Erckmann–Chatrian
L’Araignée-crabe
Contes Fantastiques başlıklı seçkide
Hachette
1860
Yengeç Örümceği
Piermesens’e birkaç mil uzaklıkta, Hundsrück’te bulunan
Spinbronn kaplıcaları bir zamanlar büyük bir üne kavuşmuştu. Almanya’da damla
hastalığı olan, taş düşüren kim varsa orada biraraya gelirdi: bölgenin yabanıl
görünümü kimseyi caydırmazdı. Dar geçidin sonlarında sevimli kulübeciklere
yerleşilirdi; kayalıkların tepesinden, geniş köpük tabakaları halinde dökülen
çağlayanda yıkanılır, günde bir iki sürahi mineralli su içilirdi; ve eski-kafa
reçetelerini dağıtan yöre doktoru Daniel Hâselnoss, iyi iş yapardı.
Günümüzde Spinbronn suları artık Codex’de[1] boy göstermiyor; bu yoksul kasabada
artık sadece ibretlik oduncular görülmekte, üzücü bir şey daha var, Dr
Hâselnoss da burayı terk etti!
Tüm bunlar son derece tuhaf bir dizi felaketin
sonucu, Pirmesens adli müşaviri Bremer, önceki akşam bana, olanlardan bahsetti.
“Biliyor muydunuz üstadım Frantz,” dedi
kibar bir sesle, “Spinbronn kaynağı, yüksekliği yaklaşık beş, eni on iki-on beş
adımlık bir mağaradan çıkar; sıcaklığı altmış yedi sandigrat derecedir… bu su
ayrıca tuzludur. Mağaraya gelince, etrafı tamamen yosun, sarmaşık ve
çalılarla kaplı; termal buhar ve gazlar içine girmeyi engellediği için
derinliği hiçbir zaman öğrenilemedi.
“Bununla birlikte, tuhaf bir şey var ki,
geçtiğimiz asırdan itibaren etraftaki kuşların, ardıç kuşları, kumrular,
atmacalar, son sürat içine dalıp gözden kaybolduğu fark edildi.
“1801’de, tam da sezonda, yine
açıklanamayan bir nedenden, su seviyesi son derece arttı, aşağıda çayırlıkta
gezen ziyaretçiler çağlayandan kar gibi beyaz bir insan iskeleti düştüğünü gördüler.
“Ortalığı ele geçiren korkuyu tahmin
edersiniz üstad Frantz: gayet tabii ki, önceki yıllarda Spinbronn’da bir
cinayet işlendiği ve kurbanın cesedinin mağaraya atıldığı düşünüldü… Ancak
iskeletin ağırlığı hepi topu altı kilo kadardı, Hâselnoss bundan şu sonuca
vardı: cesedin bu kadar kuruyup çekilmesi için en az üç asırdır toprağın
altında olması gerekirdi.
“Gayet makul olan bu açıklama, tuzlu sudan
içtiklerine üzülen bir yığın yüzücünün gün batmadan kasabadan ayrılmasına engel
olmadı. İliklerine kadar damla hastalığına yakalanmış olanlar ve böbrek
taşından cidden mustaripler ise birbirlerini yatıştırmakla yetindi. Ancak
buzların erimesi devam ettiğinden, mağaranın içinde barındırdığı tüm kalıntı,
balçık ve çer-çöp takip eden günler dökülmeye devam etti; görülmedik bir kemik
yığını dağdan iniyordu: her çeşit hayvan iskeletleri… Dörtayaklılar, kuşlar,
sürüngenler… Kısacası korkunç olduğu tahmin edilebilecek her şey.
“Hâselnoss derhal bir kitapçık yayınlattı, bu
kemiklerin tufanöncesi dünyasına ait olduğunu ispatlamak istiyordu; bunlar huni
biçimli çukurda evrensel tufan boyunca birikip fosilleşmiş kemiklerdi… yani
İsa’dan dört bin yıl öncesine aittiler, dolayısıyla, bunları topraktan taştan
saymakta sakınca yoktu, tiksinmekse son derece yersizdi… Ancak çalışması damla
hastalarını pek ikna edemedi, güzel bir sabah, bir tilki leşi, sonrasında ise
tüm tüyleri hâlâ üzerinde olan bir atmaca çağlayandan düştü.
“Bu sonuncuların tufana ait olduklarını iddia
etmek imkansızdı… Sonuçta tiksinti ve tedirginlik had safhaya ulaştı, herkes
alelacele bavullarını toplamaya, başka kaplıcalara gitmek için yolculuğa
hazırlanmaya başladı. ‘Ne rezalet!’ diye bağrınıyordu güzel hanımlar… ‘Ne
korkunç!.. Mineralli suyun kerameti nereden geliyormuş anlaşıldı şimdi!.. Böyle
şifa bulmaktansa, böbrek taşından ölürüm daha iyi!’
“Sekiz günün sonunda Spinbronn’da, hem
ellerinde hem de ayaklarında damla olan şişman bir İngiliz, komodor Sir Thomas Hawerburch’tan
başka kimse kalmamıştı… Komodor, yabancı ülkelerdeki Britanya vatandaşlarının
alışkanlığı olduğu üzere, hayli lüks bir yaşam sürüyordu.
“Kanlı canlı rengine rağmen, damla yüzünden
kelimenin tam anlamıyla eli kolu bağlanmış bu adam, hastalığını atlatmak için
bu iskeletli kaynar sudan içmiş olmalıydı. Diğer hastaların pılı pırtıyı toplayıp
gözden yitmesine epey güldü ve bayırın ortasında, Spinbronn kışının bittiğini müjdeleyen,
en güzel, en konforlu dağ evine yerleşti.”
Müşavir Bremer, bunları söyledikten sonra,
sanki hafızasını harekete geçirmek istermiş gibi, tütününden usul, derin bir
nefes çekti; ince işlemeli jabotsunu[2]
tırnaklarının ucuyla çekiştirip devam etti:
“1789 Devrimi’nden beş altı yıl önce,
Christian Weber adında Pirmesensli genç bir hekim, servet yapma umuduyla
Saint-Domingue’ye gitti. Siyahların isyanı patlak verdiği sırada, mesleğini
icra ederek gerçekten birkaç yüz bin liret biriktirmişti.
“Haiti’deki talihsiz yurttaşlarımızın maruz
kaldığı barbarlığı size hatırlatmaya gerek duymuyorum. Dr Weber katliamdan
kaçmayı ve servetinin bir kısmını kurtarmayı başardı. Ve bundan sonra Güney
Amerika’da, özellikle de Fransız Guyanası’nda yolculuk etti. 1801’de
Pirmesens’e döndü ve Spinbronn’a yerleşti, Dr. Hâselnoss ona burada evini ve geçmişte
kalmış müşteri topluluğunu bıraktı.
“Christian Weber gittiği her yere yanında,
Agathe adında yaşlı bir zenciyi götürüyordu: bu kadın yassı burunlu, yumruk
gibi şişkin dudaklı korkunç bir yaratıktı, başı keskin renklerde üç kat örtüyle
sarılı olurdu. Zavallıcık kırmızıya bayılıyordu: omzuna kadar düşen halka
küpeleri vardı, Hundsrück’ün dağ köylüleri onu sırayla görebilmek için altı mil
yol tepiyorlardı.
“Dr. Weber’e gelecek olursak, uzun boylu,
yapmacıksız bir adamdı; değişmeksizin, morina kuyruklu gök mavisi bir habit[3] ve süet deri pantolonlar giyerdi.
Esneyebilir hasır bir şapkası, devrik boğazlı açık sarı çizmeleri vardı,
bunların önünde kordon uçlarında, gümüşten birer meşe palamudu sarkardı.
“Weber az konuşurdu; gülümsemesine hafif
sinirli bir tik karışmıştı, genelde sakin, düşünceli olan gri gözleri, en küçük
bir itiraz ya da uyuşmazlıkta tuhaf bir biçimde parlardı. Her sabah dağda küçük
bir gezinti yapmayı adet edinmişti, atını rastgele bir yerlere sürer ve hep
aynı tonda ıslıkla, kulaklarımızın hayli yabancı olduğu kara ırka özgü havalar çalardı.
Şu da var, bu ilginç adam Haiti’den kutular dolusu garip böcek getirmişti…
Bunlardan bazıları, simsiyah veya kızıla çalan altın rengindeydi, yumurta kadar
büyüklerdi; bazıları ise küçücüktü, kıvılcım gibi parlıyorlardı. Weber bunlara
karşı hastalarından daha ilgili gibiydi, zaman zaman gezintisinden döndüğünde,
şapkasının şeridine iliştirilmiş birkaç kelebeği kayda geçerdi.
“Hâselnoss’un büyük evine yerleşir
yerleşmez, kümesi tuhaf kuşlarla doldurdu, al yanaklı Berberi ördekleri[4],
beç tavukları, çoğu zaman bahçe duvarına tüneyen ak bir tavus kuşu - ki
dağlıların ilgi ve merakını yaşlı zenciyle paylaşıyordu.
“Bu detaylara girdiysem, üstad Frantz, bana
ilk gençliğimi hatırlattıkları için; Dr Christian benim kuzenim olduğu gibi
aynı zamanda vasiimdi, ve Almanya’ya dönünce ilk işi gelip beni almak ve yanına yerleştirmek üzere Spinbronn’a götürmek
oldu. Agathe, ilk başta bende garip bir korku uyandırmıştı, onun acayip
fizyonomisine alışmakta zorluk çekmedim, ayrıca çok iyi bir kadındı, baharatlı
çömlek yemekleri yapmakta son derece ustaydı, parmaklarını şıklatıp, tombul
bacaklarını ritme göre kaldırıp indirerek, gırtlaktan gelen sesiyle tuhaf şarkılar
mırıldanırdı; bu halleri onu dost kabul etmeme yetti.
“Dr Weber, Sir Thomas Hawerburch ile oldukça
samimiydi, zira komodor, hastalarının içinde en canayakınıydı, sohbeti hoştu; bu
iki ilginç adamın saatlerce gizli gizli konuştuklarını fark etmekte gecikmedim.
Gizemli şeylerden, sıvıların aktarımından, yolculuklarında -Sir Thomas doğuya,
vasiim ise Amerika’ya yolculuk etmişti- gözlemledikleri kimi garip
davranışlardan bahsediyorlardı. Bunlar kafamı çok meşgul ediyordu. Her çocuk
gibi, benden gizlenen şeyi elde etmek için pusuda bekliyordum; ancak bir şeyler
öğrenme umudumu yitirince, Agathe’ye sorular yöneltmeye karar verdim; zavallı
yaşlı kadın, hiçbir şey söylemeyeceğime dair söz aldıktan sonra, kuzenimin bir büyücü
olduğunu itiraf etti.
“Üstelik, Dr Weber’in zencinin ruhu üzerinde
sıradışı bir etkisi vardı; tabiatı hayli neşeli, en ufak şeyden eğlenecek bir
şeyler çıkartmayı bilen kadın, efendisinin gri gözleri tesadüfen ona
doğrulduğunda yaprak gibi titremeye başlıyordu.
“Tüm bunların, Spinbronn kaynaklarıyla
hiçbir alâkası yok gibi, öyle değil mi üstad Frantz?.. Ama biraz daha dinleyin…
Hikâyemin hangi koşullar neticesinde çağlayana bağlandığını göreceksiniz.
“Kuşların, hatta başka daha büyük
hayvanların mağaraya hücum ettiğini size söylemiştim. Tatilcilerin ayrılışından
sonra, bir kaç yaşlı kasabalı, yatalak büyükannesiyle küçük bir kulübede
yaşayan Loisa Müller adında genç bir kızın aniden kaybolduğunu hatırladılar;
olayın üzerinden elli yıl kadar geçmişti. Loisa bir sabah, ormanda ot toplamak
için evden ayrılmış, sonrasında kendisinden haber alınamamıştı… Sadece iki üç gün
sonra, dağdan inen oduncular, mağaraya kısa bir mesafede orağını ve önlüğünü
bulmuşlardı.
“Olayın dillenmesinden itibaren,
Hâselnoss’un, hakkında güzel sözler sarf ettiği, çağlayandan düşen iskeletin Loisa Müller’den başkası olamayacağı herkes
için açıklık kazandı… Zavallı genç kız, her gün daha zayıf varlıkları gizemli
etkisi altına alan mağaranın içine çekilmişti!
“Peki bu, nasıl bir etkiydi? Kimse bir şey
bilmiyordu. Ancak tüm dağlılar gibi çokça batıl inancı olan Spinbronnlular,
mağarada şeytanın yaşadığını, etrafa bu yüzden dehşet saçıldını ileri
sürüyorlardı.
“1802 temmuzunda bir öğlen vakti, kuzenim,
karton kutularındaki böceklerini yeni bir sınıflandırmaya tâbi tutuyordu.
Önceki gün böceklerine son derece şaşırtıcı çok sayıda yenileri eklenmişti. Hemen
kenarında bir elimde yanan bir mum, diğer elimde kızdırdığım bir iğne ile
bekliyordum.
“Sir Thomas, sandalyesini pencerenin
küpeştesine dayamış, ayaklarını bir tabureye uzatmış oturuyor, bizi izlerken hülyalara
dalmış gibi puro tüttürüyordu.
“Sir Thomas Hawerburch ile aram çok iyiydi,
her gün gezinti arabasıyla ormana gidişinde ona eşlik ederdim… İngilizce çene
çalışım hoşuna gider, beni gerçek bir centilmen yapmak istediğini söylerdi.
“Dr Weber tüm kelebeklerini etiketledikten
sonra, en büyük böceklerinin kutusunu açtı, ve şöyle dedi: ‘Dün harika bir
geyikböceği yakaladım, Hartz meşelerinin koca lucanus cervusunu. Sıradışı bir özelliği var: sağ boynuzu beş dala
ayrılıp çatallanıyor… Nadir bir örnek.’
“O sırada, iğneyi ona uzattım, Dr Weber
mantara sabitlemek üzere böceği delerken, geldiğinden beri sakince yerinde
oturan Sir Thomas ayağa kalktı, kutuya yaklaştı ve parlak kırmızı tombul yüzüne
çarpıcı bir şekilde nükseden korku dolu bir hisle Guyana yengeç örümceğini izlemeye koyuldu.
‘İşte!’ diye bağırdı, ‘yaradılışın en
korkunç eseri… onu görmek bile beni titretmeye yetiyor!’
“Gerçekten de çehresini ani bir solgunluk
kaplamıştı. ‘Peh!’ diye yanıtladı vasiim, ‘çocuksu bir önyargı tüm bunlar…
dadının çığlığı gelir… korkulur… ve o duygu hayatınız boyunca içinizde yer
eder. Ancak örümceğe güçlü bir mikroskopla bakacak olursanız, organlarının
mükemmelliği ile, hayran olunası yerleşimleriyle, ayrıca zerafetleriyle
büyülenirsiniz. – Yine de midemi bulandırıyor, diye kesti onun sözünü komodor.
İlhh…’
“Sırtını dönmüştü: ‘Tanrım!.. Nedendir
bilmiyorum, örümcekler her zaman kanımı dondurmuştur…’
“Dr Weber, gülmeye başladı, Sir Thomas’ın
hislerini paylaşan bendeniz ise ona arka çıktım, biraz yüksek de bir sesle: ‘Evet,
saygıdeğer kuzen, bu çirkin hayvanı kutudan def etmelisiniz… Aşırı tiksinç…
Diğerlerini kendine benzetir… -Kabalık etmeyin, dedi bana, gözleri ışıldarken,
sizi ona bakmaya zorlayan mı var? Hoşunuza gitmiyorsa, gidin dışarıda dolaşın.’
“Kızdığı açıktı, ve dağı izlemek üzere
artık pencerenin önüne geçen Sir Thomas, aniden dönüp beni elimden tuttu, iyilikle
dolu bir ses tonuyla şöyle dedi: ‘Vasiiniz Frantz, örümceğine düşkün… Ama biz
ağaçları seviyoruz… Yeşilliği… Hadi biraz gezelim. – Evet, iyi olur, dedi doktor
sert bir sesle, altıda akşam yemeği için burada olun.’
“Sonra sesini yükselterek ekledi: ‘Hıncınızdan
arınmış olarak, Sir Hawerburch.’
“Komodor ona gülümsedi, ve yanından
ayrıldık. Her zaman kapının önünde bekleyen arabaya bindik.
“Sir Thomas kendi sürmek istedi ve uşağını
yolladı. Beni aynı oturağa yanına oturttu, Rothalps’a gitmek üzere yola çıktık.
“Arabamız kumlu patikayı tırmanırken,
üstesinden gelemediğim bir keder ruhumu ele geçirdi. Sir Thomas, kendiceğin,
ciddiydi. Üzüntümü fark edip bana şöyle dedi: “Siz örümcekleri sevmiyorsunuz
Frantz, keza ben de. Allahtan bu bölgede tehlikeli bir durum yok. Vasiinizin
kutusundaki yengeç örümceği Fransız
Guyanası’ndan geliyor. O, sıcak su buharıyla, yakıcı gazlarla kaplı, her tarafı
bataklık engin bir ormandan geliyor; yaşaması için ona bu denli yüksek bir ısı
gerek. Ağı, ki balık ağından farksızdır,
bir küme ağacı silme kaplayabilir. Tuzağında, bizdeki örümceklerin sinek
avladığı gibi kuş yakalar. Ama siz yine de bu tiksinç imgeleri zihninizden def
edin, ve emektar burgonumdan bir kadeh için.
“Sonra geriye dönüp arka koltuğun kapağını
kaldırdı, samanın içinden bir matara çıkardı, deri bir maşrapayı ağzına kadar
doldurup bana uzattı.
‘İçtiğimde, neşem hemen yerine gelir, ve
korkularıma gülüp geçerim.’
“Sıska, keçi gibi huysuz bir Ardennes atı
koşulmuş araba, dikine yükselen patikayı çıkıyordu. Fundalıkların içinden
binlerce böceğin gürültü patırtısı gelmekteydi. Sağımızda, yüz adım kadar
ötemizde, aşağımızda, loş derinlikleri böğürtlen çalılarıyla, vahşi otlarla
dolu Rothalps ormanlarının kara sınırı uzanıyor, uzaktan uzağa ışıkla aydınlanan
açıklıklar yer yer ortaya çıkıyordu. Solumuzda ise, Spinbronn çağlayanı
dökülmekteydi, biz yükseldikçe, uçurumda süzülen gümüşî buhar tabakaları gök
mavisi bir renge bürünmekte, suyun çınlayan zillere benzer sesi katlanarak
artmaktaydı.
“Gösteri beni ele geçirmişti. Sir Thomas, geriye
yaslanmış, dizleri çene hizasında, her zamanki hülyalı haline bürünmüştü.
Ayakları iyice zorlanan at, arabayı dengede tutmak için kafasını göğsüne doğru
iyice indirmişti, bu sayede bizi şöyle böyle yamaca yakın tutuyordu. Az sonra
hafif eğimli bir inişe geçtik: dalga dalga titreyen gölgelerle çevrilmiş
Chevreuils otlağına gelmiştik… Başım daima manzaraya çevriliydi, gözlerim
enginliklere dalıp gitmişti… Gölgeler çoğalınca yolumuza baktım, Spinbronn
mağarasına yüz adım uzaklıktaydık. Etrafındaki bitki örtüsünün yeşil rengi
olağanüstüydü, kaynak, platodan dökülmeden önce, kara taşlardan ve kumdan bir
yatak boyunca süzülüyordu, öylesine berraktı ki yüzeyini solgun buhar kümeleri
kaplamamış olsa donduğunu sanabilirdiniz.
“At soluklanmak için kendiliğinden durdu;
Sir Thomas, yerinde doğrulup bakışlarını manzarada gezdirdi: ‘Ortalık ne kadar
da sakin,’ dedi.
“Bir müddet sessiz kaldıktan sonra devam
etti: ‘Siz olmasaydınız Frantz, gidip biraz yüzerdim. – Rica ederim, komodor,
neden gitmiyorsunuz, siz yüzmenize bakın, ben de etrafta biraz dolaşırım… Komşu
dağda, yaban çilekleriyle dolu bir çayırlık var… Birkaç demet yapıp geleyim.
Bir saate dönmüş olurum. – Yaşa, Frantz! Güzel olur, iyi akıl ettin… Dr Weber
çok burgon içtiğim için bana kızıyor…
Mineralli su şarabın hakkından gelir… Buradaki kumlu zemin çok hoşuma gidiyor.’
“İki ayağı da yere kavuştuktan sonra, atı
bir kayın ağacına bağladı, ve artık gidebilirsin der gibi, beni eliyle
selamladı.
“Yosunların üzerine oturup çizmelerini
çıkardığını gördüm… Uzaklaşırken arkamdan seslendi: ‘Ama bir saati geçirmeyin,
Frantz!’
“Bu onun son sözleri oldu…
“Bir saat sonra kaynağa döndüm. At, araba
ve Sir Thomas’ın giysileri yalnız başlarına gözüme ilişti. Gün batıyor,
gölgeler uzuyordu. Yaprakların dalların içinde kuşların sesi yoktu artık… Ne de
boy atmış otların içinden böceklerin cır cırları… Bu ıssızlığın içinde sadece
bir ölüm sessizliği gezinmekteydi. Bu sükunet beni korkuttu… Mağarayı içine
alan kayalığın üzerine çıktım; sağa sola bakındım. Kimsecik yoktu… Seslendim…
Yanıt gelmedi! Yankılanarak tekrar eden sesimin gürültüsü beni korkutuyordu…
Karanlık usul usul çökmekteydi… Tarifsiz bir endişe göğsümü sıkıştırıyordu…
Birdenbire kaybolan genç kızın hikâyesi aklıma geldi; koşar adımlarla inişe
geçtim, ancak mağaranın önüne vardığımda, tarifi imkansız bir dehşetle olduğum
yerde kalakaldım; kaynağın kara gölgesine bir bakış attığımda, hareketsiz iki
kızıl nokta gördüm… sonra da karanlığın ortasında tuhaf bir biçimde hareket
eden koca çizgiler; henüz hiçbir insanın gözünün erişmediği hayli derin bir
uzaklıktaydılar. Korku, görüşüme, tüm organlarıma görülmedik bir algı
keskinliği veriyordu! Birkaç saniye boyunca, ormanın sınırında, epey uzakta
vadide, akşam ağıdı yakan ağustos böceğini duydum… Sonra heyacandan bir an
sıkışan kalbim, güp güp atmaya başladı, artık hiçbir şey duymuyordum!
“Sonra, korkuyla bir çığlık attım ve atı,
arabayı orada bırakıp vargücümle kaçmaya koyuldum… Yirmi dakidan daha az sürede,
kayalardan, çalı çırpıdan atlayarak evimizin eşiğine ulaşmıştım; boğuk bir
sesle bağırdım: “Yetişin!.. Yetişin!.. Sir Hawerburch öldü!.. Sir Hawerburch
mağarada!..”
“Bu sözlerden sonra, vasiim, yaşlı Agathe,
ve o akşam doktor tarafından davet edilmiş birkaç kişinin gözleri önünde yere
yığıldım. Bir saat kadar kendimden geçtiğimi, yarı uyur yarı uyanık
sayıkladığımı hatırlıyorum…”
“Tüm kasaba komodoru aramak için yola
koyuldu… Başlarında Christian Weber vardı… Saat on gibi tüm kalabalık, araba ve
içinde Sir Hawerburch’un giysileriyle geri döndü. Hiçbir şey bulamamışlardı… Soluğunuz
tıkanmadan mağaranın içine on adım atmanın imkânı yoktu.
“Herkes dışardayken ben ve Agathe,
şöminenin kenarında oturup beklemiştik… Ben, korkudan, tutarsız kelimeler kekeliyordum;
Agathe ise ellerini dizlerine kavuşturmuş, gözleri kocaman açık, neler olduğunu
görebilmek için arada sırada pencerenin önüne gidip geliyordu, zira dağın
yamacında, meşalelerin oradan oraya gidişi görülebiliyordu… Uzaktan boğuk
yankılar, karanlık gecede oradakilerin birbirlerine seslenişleri duyuluyordu.
“Efendisi yaklaşırken Agathe tir tir
tiremeye başladı. Doktor ansızın içeri girdi… rengi solmuş… dudakları iyice sıkılmıştı…
yüzünden ümitsizlik okunuyordu… Geniş kenarlı fötrleri başlarında, esmer yüzlü yirmi
kadar oduncu, artık pek canı kalmayan meşaleleri ellerinde, onu bir uğultu eşliğinde
takip ediyordu. Vasiimin ışıldayan gözleri bir şey arıyormuş gibi salonu
kolaçan etti… Ve zenci kadını fark ettiğinde, aralarında tek kelime bile
geçmeden, zavallı kadın haykırmaya başladı: ‘Hayır! Hayır! İstemiyorum! – Ama
ben, istiyorum!’ diye yanıtladı doktor, sert bir sesle.
“Agathe sanki altedilemez bir güç tarafından
ele geçirilmişti. Baştan aşağı titremeye koyuldu, ve Christian Weber ona yer
gösterdiğinde, ceset gibi kaskatı, oturdu.
“Orada bu ürkütücü gösteriye şahit olan herkes,
ilkel, kaba bir ahlak anlayışı olan ancak dinine tutkun o iyi insanlar, istavroz
çıkarttılar. Adımı bile bilemeyecek kadar şuursuz halde olan ben, manyetik
gücün korkunç etkisiyle, yaprak gibi titremeye başladım, Agathe’nin öldüğünü
sanıyordum.
“Christian Weber ona yaklaştı, hızlı bir
hareketle elini alnına götürdü: ‘Orada mısınız? diye sordu. – Evet, efendim. –
Peki ya Sir Thomas Hawerburch?’
“Bu sözlerin üzerine, yaşlı kadını yeni bir
titreme aldı… ‘Onu görüyor musunuz? -
Evet… evet… dedi Agathe, boğuk bir sesle… Onu görüyorum! – Nerede? – Dağda,
mağaranın sonunda… ölmüş! – Ölmüş mü, dedi doktor, peki nasıl!? – Örümcek…
Tanrım! Yengeç örümceği… Aman tanrım! – Kendinize hâkim olun, dedi doktor,
rengi iyice soluklaşmıştı, daha açık konuşun… - Yengeç örümceği onu boynundan
yakalamış… Sir Thomas orada, mağaranın dibinde… Kayalığın altında… Ağlar her
yerini kaplamış… Aah!..’
“Christian Weber oradakilere soğuk bir
bakış attı; daire olup eğilmişler, gözleri faltaşı gibi açık, pürdikkat
dinliyorlardı, doktorun şöyle dediğini duydum: ‘Bu korkunç!.. Korkunç!..’
“Sonra tekrar Agathe’ye döndü: ‘Onu görüyor
musunuz? – Evet… - Peki ya örümcek… Büyük mü? – Aah! Ahh! Efendim, asla, ömrüm
boyunca asla, bu kadar büyük bir örümcek görmedim… Ne Macoris kıyılarında… Ne
de Konanama’nın düzlüklerinde… Kafam kadar büyük!..’
“Büyük bir sessizlik başgösterdi, şaşkınlıktan
herkesin rengi atmıştı; saçları diken diken olmuş, gözleri korku içinde bakıştılar.
Sadece Christian Weber sakin görünüyordu; eliyle pek çok kez Agathe’nin alnına
dokunduktan sonra, tekrar konuştu: ‘Agathe, ölüm Sir Hawerburch’u nasıl yakaladı,
anlatın bize. – Kaynağın yatağında yüzüyordu… Örümcek onun arkasındaydı, çıplak
sırtını görüyordu. Çok açtı, epey zamandır bir şey yememişti; kolları suyun
üzerinde, onu izliyordu. Aniden ışık gibi fırladı, ve pençelerini komodorun
boynuna geçirdi: ‘Ah! Ahhh! Tanrım!’ Örümcek onu sokup kaçtı. Sir Hawerburch
suyun içine yığıldı ve kısa süre sonra öldü. Sonra örümcek geri gelip onu
ağıyla sardı, sonra da usul usul, mağaranın dibine kadar yüzdü. Ardından da ağı
çekiyordu. O ağ şimdi şimdi kapkara.’
“Doktor bana döndü, beni artık eskisi kadar
korkutmuyordu: ‘Bu doğru mu, Frantz? Komodor yüzüyor muydu? – Evet, kuzen. –
Saat kaçta? – Dörtte. – Demek öyle… Hava hayli sıcaktı, öyle değil mi? – Evet,
çok sıcaktı. – İşte bu yüzden, canavar, bu yüzden korkmadan dışarı çıkabildi…’
Anlaşılmaz birkaç kelime söyledi, sonra
dağlılara bakıp: ‘Dostlarım,’ dedi yüksek bir sesle, ‘işte kalıntıların,
iskeletlerin nedeni anlaşıldı… Mahvınıza sebep olan şey, yengeç örümceği!.. O
orada, ağının içinde büzülmüş… mağaranın dibinde avını bekliyor!.. Kurbanlarının
sayısını kim bilir?..’
“Gözünü hınç bürümüştü. ‘Çalı çırpı
toplayın!.. Çalı çırpı!’ diye bağırarak dışarı çıktı.
Kalabalık apar topar onu izledi.
On dakika sonra, çalı çırpı bağlarıyla dolu
iki büyük araba usul usul yamacı tırmanıyordu. Odunculardan uzunca bir sıra,
bağırları öne çıkmış, baltalar omuzlarda, karanlık gecenin ortasında ardı sıra
onları takip ediyordu. Vasiim ve ben, atları dizginlerinden tutmuş, önde
yürüyorduk, ayın melankolik ışığı bu kasvetli yürüyüşün üzerine düşüyordu.
Arada bir tekerlekler gıcırdıyor, patikadaki girinti çıkıntılarla zıplayan
arabalar, ağır yükleriyle tekerlek izine yeniden iniyordu.
Chevreuils otlağında, mağaraya
yaklaştığımızda, alayımız durdu. Meşalaler yakıldı, sonra bütün kalabalık mağaranının
ağzına ilerledi. Kumun üzerinde akan berrak su, dikenli meşalelerin mavimtrak
alevini yansıtıyor, bunların ışıkları, kayanın üzerine eğilen kara köknarların
tepelerini aydınlatıyordu. ‘Getirdiklerimizi buraya boşaltacağız,’ dedi doktor.
Mağaranın girişini tamamen kapatmamız gerek.’
“Emir yerine getirilirken, herkesin içini
bir korku hissi aldı. Çalı çırpı bağları birbiri ardına arabalardan devriliyordu.
Girişin tepesinden aşağı uzatılan birkaç kazık, suyun bunları götürmesine engel oldu.
“Geceyarısına doğru, mağaranın girişi
tamamen kapatıldı. Çalının altında şırıldayan su, sağda solda yosunlara
çarparak ilerlemekteydi. En üstteki çalı çırpılar kupkuruydu. Böylece Dr Weber,
bir meşaleyi alıp, yığını bizzat kendisi ateşe verdi. Ve ateş kızgın
çıtırtılarla bir daldan diğerine, sonra öbek öbek topyekün alevlendi, duman
kümelerini önüne katıp yükseldi.
“Garip, vahşi bir gösteriydi, ve gölgeleri
kıpır kıpır oynayan koca orman bir anda aydınlanmıştı.
“Mağara ardı arkası kesilmeyen kara bir
dumanı içine çekiyordu. Oduncular, kaygılı ve durgun, mağaranın etrafını
çepeçevre sarmış girişi gözlüyorlardı. Ben de korku beni baştan aşağı titretmesine
rağmen, bakışlarımı oradan ayıramıyordum.
“Ateşi yakalı bir çeyrek saat kadar
olmuştu, Dr Weber sabırsızlanmaya başlıyordu, tam da o sırada… ayakları
çengelli kara bir nesne, karanlığın içinde göründü ve girişe yöneldi…
“Ateşin etrafında genel bir gürültü patırtı
koptu.
“Örümcek kor yığınına çarptığı gibi inine
döndü… Ancak duman onu boğduğu için girişe geri geldi ve ateşin tam ortasına
sıçradı. Uzun tüyleri kabuk gibi kıvrıldı. Büyüklüğü kafam kadardı, mora çalan kızıl bir renkteydi…
Kanla dolu koca bir sidik torbasını andırıyordu!..
“Odunculardan biri, ateşin içinden sıçrar
korkusuyla, baltasını üzerine indirdi ve öylesine isabet ettirdi ki sıçrayan
kan etrafındaki tüm ateşi bir anlığına kapladı… Ancak alttaki kor daha şiddetle
canlandı, ve alevler bir anda korkunç böceği yok etti!
“Bir zamanlar Spinbronn kaynaklarının sahip
olduğu şöhreti yerle bir eden tuhaf olay işte bu, üstad Frantz. Hikâyemi en
kesin hatlarıyla size aktardığımdan emin olabilirsiniz… Ancak size daha fazla açıklama
sunmak benim için imkânsız… Yine de izin verin de şunu ekleyim: kimi termal
sularda yüksek ısıya maruz kalan böceklerin, ki böylesine bir sıcaklık onlara
Afrika ve Güney Amerika’daki yakıcı koşullarının sağladığı yaşam ve gelişme
imkânının aynısını sunar, böylesine masalsı ebatlara ulaşabileceklerini kabul
etmek saçma olmasa gerek… Yine bu aşırı sıcaklık, tufanöncesi yaradılışın olağanüstü
zenginliğini bizlere izah ediyor olabilir!
“Her ne olursa olsun, vasiim bu olaydan
sonra Spinbronn sularını yeniden canladırmanın imkansız olduğuna hükmederek,
Agathe ve koleksiyonu ile birlikte Amerika’ya dönmek üzere Hâselnoss’un evini
sattı. Bense Strasbourg’ta 1809’a kadar kaldığım bir yurda yerleştirildim.
“O dönem Almanya ve Fransa arasındaki
siyasi olaylar tüm dikkatleri üzerine çektiği için size anlattıklarım neredeyse
hiç duyulmadı bile.”
[1] Eczacılık
Fakültesince yayınlanan formül envanteri (ç.n.)
[2] Jabot:
(fr.) Kabarık ve işlemeli göğüs süsü, boyunluk. (ç.n.)
[3] Habit:
(fr.) Frakı andıran, kuyruğu yırtmaçlı ceket. (ç.n.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder