25 Mayıs 2020 Pazartesi

Erckmann-Chatrian - Yengeç Örümceği



Erckmann–Chatrian
L’Araignée-crabe
Contes Fantastiques başlıklı seçkide
Hachette
1860


Yengeç Örümceği

Piermesens’e birkaç mil uzaklıkta, Hundsrück’te bulunan Spinbronn kaplıcaları bir zamanlar büyük bir üne kavuşmuştu. Almanya’da damla hastalığı olan, taş düşüren kim varsa orada biraraya gelirdi: bölgenin yabanıl görünümü kimseyi caydırmazdı. Dar geçidin sonlarında sevimli kulübeciklere yerleşilirdi; kayalıkların tepesinden, geniş köpük tabakaları halinde dökülen çağlayanda yıkanılır, günde bir iki sürahi mineralli su içilirdi; ve eski-kafa reçetelerini dağıtan yöre doktoru Daniel Hâselnoss, iyi iş yapardı.
Günümüzde Spinbronn suları artık Codex’de[1] boy göstermiyor; bu yoksul kasabada artık sadece ibretlik oduncular görülmekte, üzücü bir şey daha var, Dr Hâselnoss da burayı terk etti!
Tüm bunlar son derece tuhaf bir dizi felaketin sonucu, Pirmesens adli müşaviri Bremer, önceki akşam bana, olanlardan bahsetti.
“Biliyor muydunuz üstadım Frantz,” dedi kibar bir sesle, “Spinbronn kaynağı, yüksekliği yaklaşık beş, eni on iki-on beş adımlık bir mağaradan çıkar; sıcaklığı altmış yedi sandigrat derecedir… bu su ayrıca tuzludur. Mağaraya gelince, etrafı tamamen yosun, sarmaşık ve çalılarla kaplı; termal buhar ve gazlar içine girmeyi engellediği için derinliği hiçbir zaman öğrenilemedi.
“Bununla birlikte, tuhaf bir şey var ki, geçtiğimiz asırdan itibaren etraftaki kuşların, ardıç kuşları, kumrular, atmacalar, son sürat içine dalıp gözden kaybolduğu fark edildi.
“1801’de, tam da sezonda, yine açıklanamayan bir nedenden, su seviyesi son derece arttı, aşağıda çayırlıkta gezen ziyaretçiler çağlayandan kar gibi beyaz bir insan iskeleti düştüğünü gördüler.
“Ortalığı ele geçiren korkuyu tahmin edersiniz üstad Frantz: gayet tabii ki, önceki yıllarda Spinbronn’da bir cinayet işlendiği ve kurbanın cesedinin mağaraya atıldığı düşünüldü… Ancak iskeletin ağırlığı hepi topu altı kilo kadardı, Hâselnoss bundan şu sonuca vardı: cesedin bu kadar kuruyup çekilmesi için en az üç asırdır toprağın altında olması gerekirdi.
“Gayet makul olan bu açıklama, tuzlu sudan içtiklerine üzülen bir yığın yüzücünün gün batmadan kasabadan ayrılmasına engel olmadı. İliklerine kadar damla hastalığına yakalanmış olanlar ve böbrek taşından cidden mustaripler ise birbirlerini yatıştırmakla yetindi. Ancak buzların erimesi devam ettiğinden, mağaranın içinde barındırdığı tüm kalıntı, balçık ve çer-çöp takip eden günler dökülmeye devam etti; görülmedik bir kemik yığını dağdan iniyordu: her çeşit hayvan iskeletleri… Dörtayaklılar, kuşlar, sürüngenler… Kısacası korkunç olduğu tahmin edilebilecek her şey.
“Hâselnoss derhal bir kitapçık yayınlattı, bu kemiklerin tufanöncesi dünyasına ait olduğunu ispatlamak istiyordu; bunlar huni biçimli çukurda evrensel tufan boyunca birikip fosilleşmiş kemiklerdi… yani İsa’dan dört bin yıl öncesine aittiler, dolayısıyla, bunları topraktan taştan saymakta sakınca yoktu, tiksinmekse son derece yersizdi… Ancak çalışması damla hastalarını pek ikna edemedi, güzel bir sabah, bir tilki leşi, sonrasında ise tüm tüyleri hâlâ üzerinde olan bir atmaca çağlayandan düştü.
“Bu sonuncuların tufana ait olduklarını iddia etmek imkansızdı… Sonuçta tiksinti ve tedirginlik had safhaya ulaştı, herkes alelacele bavullarını toplamaya, başka kaplıcalara gitmek için yolculuğa hazırlanmaya başladı. ‘Ne rezalet!’ diye bağrınıyordu güzel hanımlar… ‘Ne korkunç!.. Mineralli suyun kerameti nereden geliyormuş anlaşıldı şimdi!.. Böyle şifa bulmaktansa, böbrek taşından ölürüm daha iyi!’
“Sekiz günün sonunda Spinbronn’da, hem ellerinde hem de ayaklarında damla olan şişman  bir İngiliz, komodor Sir Thomas Hawerburch’tan başka kimse kalmamıştı… Komodor, yabancı ülkelerdeki Britanya vatandaşlarının alışkanlığı olduğu üzere, hayli lüks bir yaşam sürüyordu.
“Kanlı canlı rengine rağmen, damla yüzünden kelimenin tam anlamıyla eli kolu bağlanmış bu adam, hastalığını atlatmak için bu iskeletli kaynar sudan içmiş olmalıydı. Diğer hastaların pılı pırtıyı toplayıp gözden yitmesine epey güldü ve bayırın ortasında, Spinbronn kışının bittiğini müjdeleyen, en güzel, en konforlu dağ evine yerleşti.”
Müşavir Bremer, bunları söyledikten sonra, sanki hafızasını harekete geçirmek istermiş gibi, tütününden usul, derin bir nefes çekti; ince işlemeli jabotsunu[2] tırnaklarının ucuyla çekiştirip devam etti:
“1789 Devrimi’nden beş altı yıl önce, Christian Weber adında Pirmesensli genç bir hekim, servet yapma umuduyla Saint-Domingue’ye gitti. Siyahların isyanı patlak verdiği sırada, mesleğini icra ederek gerçekten birkaç yüz bin liret biriktirmişti.
“Haiti’deki talihsiz yurttaşlarımızın maruz kaldığı barbarlığı size hatırlatmaya gerek duymuyorum. Dr Weber katliamdan kaçmayı ve servetinin bir kısmını kurtarmayı başardı. Ve bundan sonra Güney Amerika’da, özellikle de Fransız Guyanası’nda yolculuk etti. 1801’de Pirmesens’e döndü ve Spinbronn’a yerleşti, Dr. Hâselnoss ona burada evini ve geçmişte kalmış müşteri topluluğunu bıraktı.
“Christian Weber gittiği her yere yanında, Agathe adında yaşlı bir zenciyi götürüyordu: bu kadın yassı burunlu, yumruk gibi şişkin dudaklı korkunç bir yaratıktı, başı keskin renklerde üç kat örtüyle sarılı olurdu. Zavallıcık kırmızıya bayılıyordu: omzuna kadar düşen halka küpeleri vardı, Hundsrück’ün dağ köylüleri onu sırayla görebilmek için altı mil yol tepiyorlardı.
“Dr. Weber’e gelecek olursak, uzun boylu, yapmacıksız bir adamdı; değişmeksizin, morina kuyruklu gök mavisi bir habit[3] ve süet deri pantolonlar giyerdi. Esneyebilir hasır bir şapkası, devrik boğazlı açık sarı çizmeleri vardı, bunların önünde kordon uçlarında, gümüşten birer meşe palamudu sarkardı.
“Weber az konuşurdu; gülümsemesine hafif sinirli bir tik karışmıştı, genelde sakin, düşünceli olan gri gözleri, en küçük bir itiraz ya da uyuşmazlıkta tuhaf bir biçimde parlardı. Her sabah dağda küçük bir gezinti yapmayı adet edinmişti, atını rastgele bir yerlere sürer ve hep aynı tonda ıslıkla, kulaklarımızın hayli yabancı olduğu kara ırka özgü havalar çalardı. Şu da var, bu ilginç adam Haiti’den kutular dolusu garip böcek getirmişti… Bunlardan bazıları, simsiyah veya kızıla çalan altın rengindeydi, yumurta kadar büyüklerdi; bazıları ise küçücüktü, kıvılcım gibi parlıyorlardı. Weber bunlara karşı hastalarından daha ilgili gibiydi, zaman zaman gezintisinden döndüğünde, şapkasının şeridine iliştirilmiş birkaç kelebeği kayda geçerdi.
“Hâselnoss’un büyük evine yerleşir yerleşmez, kümesi tuhaf kuşlarla doldurdu, al yanaklı Berberi ördekleri[4], beç tavukları, çoğu zaman bahçe duvarına tüneyen ak bir tavus kuşu - ki dağlıların ilgi ve merakını yaşlı zenciyle paylaşıyordu.
“Bu detaylara girdiysem, üstad Frantz, bana ilk gençliğimi hatırlattıkları için; Dr Christian benim kuzenim olduğu gibi aynı zamanda vasiimdi, ve Almanya’ya dönünce ilk işi gelip beni almak ve  yanına yerleştirmek üzere Spinbronn’a götürmek oldu. Agathe, ilk başta bende garip bir korku uyandırmıştı, onun acayip fizyonomisine alışmakta zorluk çekmedim, ayrıca çok iyi bir kadındı, baharatlı çömlek yemekleri yapmakta son derece ustaydı, parmaklarını şıklatıp, tombul bacaklarını ritme göre kaldırıp indirerek, gırtlaktan gelen sesiyle tuhaf şarkılar mırıldanırdı; bu halleri onu dost kabul etmeme yetti.
“Dr Weber, Sir Thomas Hawerburch ile oldukça samimiydi, zira komodor, hastalarının içinde en canayakınıydı, sohbeti hoştu; bu iki ilginç adamın saatlerce gizli gizli konuştuklarını fark etmekte gecikmedim. Gizemli şeylerden, sıvıların aktarımından, yolculuklarında -Sir Thomas doğuya, vasiim ise Amerika’ya yolculuk etmişti- gözlemledikleri kimi garip davranışlardan bahsediyorlardı. Bunlar kafamı çok meşgul ediyordu. Her çocuk gibi, benden gizlenen şeyi elde etmek için pusuda bekliyordum; ancak bir şeyler öğrenme umudumu yitirince, Agathe’ye sorular yöneltmeye karar verdim; zavallı yaşlı kadın, hiçbir şey söylemeyeceğime dair söz aldıktan sonra, kuzenimin bir büyücü olduğunu itiraf etti.
“Üstelik, Dr Weber’in zencinin ruhu üzerinde sıradışı bir etkisi vardı; tabiatı hayli neşeli, en ufak şeyden eğlenecek bir şeyler çıkartmayı bilen kadın, efendisinin gri gözleri tesadüfen ona doğrulduğunda yaprak gibi titremeye başlıyordu.
“Tüm bunların, Spinbronn kaynaklarıyla hiçbir alâkası yok gibi, öyle değil mi üstad Frantz?.. Ama biraz daha dinleyin… Hikâyemin hangi koşullar neticesinde çağlayana bağlandığını göreceksiniz.
“Kuşların, hatta başka daha büyük hayvanların mağaraya hücum ettiğini size söylemiştim. Tatilcilerin ayrılışından sonra, bir kaç yaşlı kasabalı, yatalak büyükannesiyle küçük bir kulübede yaşayan Loisa Müller adında genç bir kızın aniden kaybolduğunu hatırladılar; olayın üzerinden elli yıl kadar geçmişti. Loisa bir sabah, ormanda ot toplamak için evden ayrılmış, sonrasında kendisinden haber alınamamıştı… Sadece iki üç gün sonra, dağdan inen oduncular, mağaraya kısa bir mesafede orağını ve önlüğünü bulmuşlardı.
“Olayın dillenmesinden itibaren, Hâselnoss’un, hakkında güzel sözler sarf ettiği, çağlayandan düşen iskeletin  Loisa Müller’den başkası olamayacağı herkes için açıklık kazandı… Zavallı genç kız, her gün daha zayıf varlıkları gizemli etkisi altına alan mağaranın içine çekilmişti!
“Peki bu, nasıl bir etkiydi? Kimse bir şey bilmiyordu. Ancak tüm dağlılar gibi çokça batıl inancı olan Spinbronnlular, mağarada şeytanın yaşadığını, etrafa bu yüzden dehşet saçıldını ileri sürüyorlardı.
“1802 temmuzunda bir öğlen vakti, kuzenim, karton kutularındaki böceklerini yeni bir sınıflandırmaya tâbi tutuyordu. Önceki gün böceklerine son derece şaşırtıcı çok sayıda yenileri eklenmişti. Hemen kenarında bir elimde yanan bir mum, diğer elimde kızdırdığım bir iğne ile bekliyordum.
“Sir Thomas, sandalyesini pencerenin küpeştesine dayamış, ayaklarını bir tabureye uzatmış oturuyor, bizi izlerken hülyalara dalmış gibi puro tüttürüyordu.
“Sir Thomas Hawerburch ile aram çok iyiydi, her gün gezinti arabasıyla ormana gidişinde ona eşlik ederdim… İngilizce çene çalışım hoşuna gider, beni gerçek bir centilmen yapmak istediğini söylerdi.
“Dr Weber tüm kelebeklerini etiketledikten sonra, en büyük böceklerinin kutusunu açtı, ve şöyle dedi: ‘Dün harika bir geyikböceği yakaladım, Hartz meşelerinin koca lucanus cervusunu. Sıradışı bir özelliği var: sağ boynuzu beş dala ayrılıp çatallanıyor… Nadir bir örnek.’
“O sırada, iğneyi ona uzattım, Dr Weber mantara sabitlemek üzere böceği delerken, geldiğinden beri sakince yerinde oturan Sir Thomas ayağa kalktı, kutuya yaklaştı ve parlak kırmızı tombul yüzüne çarpıcı bir şekilde nükseden korku dolu bir hisle Guyana yengeç örümceğini izlemeye koyuldu.
‘İşte!’ diye bağırdı, ‘yaradılışın en korkunç eseri… onu görmek bile beni titretmeye yetiyor!’
“Gerçekten de çehresini ani bir solgunluk kaplamıştı. ‘Peh!’ diye yanıtladı vasiim, ‘çocuksu bir önyargı tüm bunlar… dadının çığlığı gelir… korkulur… ve o duygu hayatınız boyunca içinizde yer eder. Ancak örümceğe güçlü bir mikroskopla bakacak olursanız, organlarının mükemmelliği ile, hayran olunası yerleşimleriyle, ayrıca zerafetleriyle büyülenirsiniz. – Yine de midemi bulandırıyor, diye kesti onun sözünü komodor. İlhh…’
“Sırtını dönmüştü: ‘Tanrım!.. Nedendir bilmiyorum, örümcekler her zaman kanımı dondurmuştur…’
“Dr Weber, gülmeye başladı, Sir Thomas’ın hislerini paylaşan bendeniz ise ona arka çıktım, biraz yüksek de bir sesle: ‘Evet, saygıdeğer kuzen, bu çirkin hayvanı kutudan def etmelisiniz… Aşırı tiksinç… Diğerlerini kendine benzetir… -Kabalık etmeyin, dedi bana, gözleri ışıldarken, sizi ona bakmaya zorlayan mı var? Hoşunuza gitmiyorsa, gidin dışarıda dolaşın.’
“Kızdığı açıktı, ve dağı izlemek üzere artık pencerenin önüne geçen Sir Thomas, aniden dönüp beni elimden tuttu, iyilikle dolu bir ses tonuyla şöyle dedi: ‘Vasiiniz Frantz, örümceğine düşkün… Ama biz ağaçları seviyoruz… Yeşilliği… Hadi biraz gezelim. – Evet, iyi olur, dedi doktor sert bir sesle, altıda akşam yemeği için burada olun.’
“Sonra sesini yükselterek ekledi: ‘Hıncınızdan arınmış olarak, Sir Hawerburch.’
“Komodor ona gülümsedi, ve yanından ayrıldık. Her zaman kapının önünde bekleyen arabaya bindik.
“Sir Thomas kendi sürmek istedi ve uşağını yolladı. Beni aynı oturağa yanına oturttu, Rothalps’a gitmek üzere yola çıktık.
“Arabamız kumlu patikayı tırmanırken, üstesinden gelemediğim bir keder ruhumu ele geçirdi. Sir Thomas, kendiceğin, ciddiydi. Üzüntümü fark edip bana şöyle dedi: “Siz örümcekleri sevmiyorsunuz Frantz, keza ben de. Allahtan bu bölgede tehlikeli bir durum yok. Vasiinizin kutusundaki yengeç örümceği Fransız Guyanası’ndan geliyor. O, sıcak su buharıyla, yakıcı gazlarla kaplı, her tarafı bataklık engin bir ormandan geliyor; yaşaması için ona bu denli yüksek bir ısı gerek. Ağı,  ki balık ağından farksızdır, bir küme ağacı silme kaplayabilir. Tuzağında, bizdeki örümceklerin sinek avladığı gibi kuş yakalar. Ama siz yine de bu tiksinç imgeleri zihninizden def edin, ve emektar burgonumdan bir kadeh için.
“Sonra geriye dönüp arka koltuğun kapağını kaldırdı, samanın içinden bir matara çıkardı, deri bir maşrapayı ağzına kadar doldurup bana uzattı.
‘İçtiğimde, neşem hemen yerine gelir, ve korkularıma gülüp geçerim.’
“Sıska, keçi gibi huysuz bir Ardennes atı koşulmuş araba, dikine yükselen patikayı çıkıyordu. Fundalıkların içinden binlerce böceğin gürültü patırtısı gelmekteydi. Sağımızda, yüz adım kadar ötemizde, aşağımızda, loş derinlikleri böğürtlen çalılarıyla, vahşi otlarla dolu Rothalps ormanlarının kara sınırı uzanıyor, uzaktan uzağa ışıkla aydınlanan açıklıklar yer yer ortaya çıkıyordu. Solumuzda ise, Spinbronn çağlayanı dökülmekteydi, biz yükseldikçe, uçurumda süzülen gümüşî buhar tabakaları gök mavisi bir renge bürünmekte, suyun çınlayan zillere benzer sesi katlanarak artmaktaydı.
“Gösteri beni ele geçirmişti. Sir Thomas, geriye yaslanmış, dizleri çene hizasında, her zamanki hülyalı haline bürünmüştü. Ayakları iyice zorlanan at, arabayı dengede tutmak için kafasını göğsüne doğru iyice indirmişti, bu sayede bizi şöyle böyle yamaca yakın tutuyordu. Az sonra hafif eğimli bir inişe geçtik: dalga dalga titreyen gölgelerle çevrilmiş Chevreuils otlağına gelmiştik… Başım daima manzaraya çevriliydi, gözlerim enginliklere dalıp gitmişti… Gölgeler çoğalınca yolumuza baktım, Spinbronn mağarasına yüz adım uzaklıktaydık. Etrafındaki bitki örtüsünün yeşil rengi olağanüstüydü, kaynak, platodan dökülmeden önce, kara taşlardan ve kumdan bir yatak boyunca süzülüyordu, öylesine berraktı ki yüzeyini solgun buhar kümeleri kaplamamış olsa donduğunu sanabilirdiniz.
“At soluklanmak için kendiliğinden durdu; Sir Thomas, yerinde doğrulup bakışlarını manzarada gezdirdi: ‘Ortalık ne kadar da sakin,’ dedi.
“Bir müddet sessiz kaldıktan sonra devam etti: ‘Siz olmasaydınız Frantz, gidip biraz yüzerdim. – Rica ederim, komodor, neden gitmiyorsunuz, siz yüzmenize bakın, ben de etrafta biraz dolaşırım… Komşu dağda, yaban çilekleriyle dolu bir çayırlık var… Birkaç demet yapıp geleyim. Bir saate dönmüş olurum. – Yaşa, Frantz! Güzel olur, iyi akıl ettin… Dr Weber çok burgon içtiğim için bana  kızıyor… Mineralli su şarabın hakkından gelir… Buradaki kumlu zemin çok hoşuma gidiyor.’
“İki ayağı da yere kavuştuktan sonra, atı bir kayın ağacına bağladı, ve artık gidebilirsin der gibi, beni eliyle selamladı.
“Yosunların üzerine oturup çizmelerini çıkardığını gördüm… Uzaklaşırken arkamdan seslendi: ‘Ama bir saati geçirmeyin, Frantz!’
“Bu onun son sözleri oldu…
“Bir saat sonra kaynağa döndüm. At, araba ve Sir Thomas’ın giysileri yalnız başlarına gözüme ilişti. Gün batıyor, gölgeler uzuyordu. Yaprakların dalların içinde kuşların sesi yoktu artık… Ne de boy atmış otların içinden böceklerin cır cırları… Bu ıssızlığın içinde sadece bir ölüm sessizliği gezinmekteydi. Bu sükunet beni korkuttu… Mağarayı içine alan kayalığın üzerine çıktım; sağa sola bakındım. Kimsecik yoktu… Seslendim… Yanıt gelmedi! Yankılanarak tekrar eden sesimin gürültüsü beni korkutuyordu… Karanlık usul usul çökmekteydi… Tarifsiz bir endişe göğsümü sıkıştırıyordu… Birdenbire kaybolan genç kızın hikâyesi aklıma geldi; koşar adımlarla inişe geçtim, ancak mağaranın önüne vardığımda, tarifi imkansız bir dehşetle olduğum yerde kalakaldım; kaynağın kara gölgesine bir bakış attığımda, hareketsiz iki kızıl nokta gördüm… sonra da karanlığın ortasında tuhaf bir biçimde hareket eden koca çizgiler; henüz hiçbir insanın gözünün erişmediği hayli derin bir uzaklıktaydılar. Korku, görüşüme, tüm organlarıma görülmedik bir algı keskinliği veriyordu! Birkaç saniye boyunca, ormanın sınırında, epey uzakta vadide, akşam ağıdı yakan ağustos böceğini duydum… Sonra heyacandan bir an sıkışan kalbim, güp güp atmaya başladı, artık hiçbir şey duymuyordum!
“Sonra, korkuyla bir çığlık attım ve atı, arabayı orada bırakıp vargücümle kaçmaya koyuldum… Yirmi dakidan daha az sürede, kayalardan, çalı çırpıdan atlayarak evimizin eşiğine ulaşmıştım; boğuk bir sesle bağırdım: “Yetişin!.. Yetişin!.. Sir Hawerburch öldü!.. Sir Hawerburch mağarada!..”
“Bu sözlerden sonra, vasiim, yaşlı Agathe, ve o akşam doktor tarafından davet edilmiş birkaç kişinin gözleri önünde yere yığıldım. Bir saat kadar kendimden geçtiğimi, yarı uyur yarı uyanık sayıkladığımı hatırlıyorum…”
“Tüm kasaba komodoru aramak için yola koyuldu… Başlarında Christian Weber vardı… Saat on gibi tüm kalabalık, araba ve içinde Sir Hawerburch’un giysileriyle geri döndü. Hiçbir şey bulamamışlardı… Soluğunuz tıkanmadan mağaranın içine on adım atmanın imkânı yoktu.
“Herkes dışardayken ben ve Agathe, şöminenin kenarında oturup beklemiştik… Ben, korkudan, tutarsız kelimeler kekeliyordum; Agathe ise ellerini dizlerine kavuşturmuş, gözleri kocaman açık, neler olduğunu görebilmek için arada sırada pencerenin önüne gidip geliyordu, zira dağın yamacında, meşalelerin oradan oraya gidişi görülebiliyordu… Uzaktan boğuk yankılar, karanlık gecede oradakilerin birbirlerine seslenişleri duyuluyordu.
“Efendisi yaklaşırken Agathe tir tir tiremeye başladı. Doktor ansızın içeri girdi… rengi solmuş… dudakları iyice sıkılmıştı… yüzünden ümitsizlik okunuyordu… Geniş kenarlı fötrleri başlarında, esmer yüzlü yirmi kadar oduncu, artık pek canı kalmayan meşaleleri ellerinde, onu bir uğultu eşliğinde takip ediyordu. Vasiimin ışıldayan gözleri bir şey arıyormuş gibi salonu kolaçan etti… Ve zenci kadını fark ettiğinde, aralarında tek kelime bile geçmeden, zavallı kadın haykırmaya başladı: ‘Hayır! Hayır! İstemiyorum! – Ama ben, istiyorum!’ diye yanıtladı doktor, sert bir sesle.
“Agathe sanki altedilemez bir güç tarafından ele geçirilmişti. Baştan aşağı titremeye koyuldu, ve Christian Weber ona yer gösterdiğinde, ceset gibi kaskatı, oturdu.
“Orada bu ürkütücü gösteriye şahit olan herkes, ilkel, kaba bir ahlak anlayışı olan ancak dinine tutkun o iyi insanlar, istavroz çıkarttılar. Adımı bile bilemeyecek kadar şuursuz halde olan ben, manyetik gücün korkunç etkisiyle, yaprak gibi titremeye başladım, Agathe’nin öldüğünü sanıyordum.
“Christian Weber ona yaklaştı, hızlı bir hareketle elini alnına götürdü: ‘Orada mısınız? diye sordu. – Evet, efendim. – Peki ya Sir Thomas Hawerburch?’
“Bu sözlerin üzerine, yaşlı kadını yeni bir titreme aldı… ‘Onu görüyor musunuz?  - Evet… evet… dedi Agathe, boğuk bir sesle… Onu görüyorum! – Nerede? – Dağda, mağaranın sonunda… ölmüş! – Ölmüş mü, dedi doktor, peki nasıl!? – Örümcek… Tanrım! Yengeç örümceği… Aman tanrım! – Kendinize hâkim olun, dedi doktor, rengi iyice soluklaşmıştı, daha açık konuşun… - Yengeç örümceği onu boynundan yakalamış… Sir Thomas orada, mağaranın dibinde… Kayalığın altında… Ağlar her yerini kaplamış… Aah!..’
“Christian Weber oradakilere soğuk bir bakış attı; daire olup eğilmişler, gözleri faltaşı gibi açık, pürdikkat dinliyorlardı, doktorun şöyle dediğini duydum: ‘Bu korkunç!.. Korkunç!..’
“Sonra tekrar Agathe’ye döndü: ‘Onu görüyor musunuz? – Evet… - Peki ya örümcek… Büyük mü? – Aah! Ahh! Efendim, asla, ömrüm boyunca asla, bu kadar büyük bir örümcek görmedim… Ne Macoris kıyılarında… Ne de Konanama’nın düzlüklerinde… Kafam kadar büyük!..’
“Büyük bir sessizlik başgösterdi, şaşkınlıktan herkesin rengi atmıştı; saçları diken diken olmuş, gözleri korku içinde bakıştılar. Sadece Christian Weber sakin görünüyordu; eliyle pek çok kez Agathe’nin alnına dokunduktan sonra, tekrar konuştu: ‘Agathe, ölüm Sir Hawerburch’u nasıl yakaladı, anlatın bize. – Kaynağın yatağında yüzüyordu… Örümcek onun arkasındaydı, çıplak sırtını görüyordu. Çok açtı, epey zamandır bir şey yememişti; kolları suyun üzerinde, onu izliyordu. Aniden ışık gibi fırladı, ve pençelerini komodorun boynuna geçirdi: ‘Ah! Ahhh! Tanrım!’ Örümcek onu sokup kaçtı. Sir Hawerburch suyun içine yığıldı ve kısa süre sonra öldü. Sonra örümcek geri gelip onu ağıyla sardı, sonra da usul usul, mağaranın dibine kadar yüzdü. Ardından da ağı çekiyordu. O ağ şimdi şimdi kapkara.’
“Doktor bana döndü, beni artık eskisi kadar korkutmuyordu: ‘Bu doğru mu, Frantz? Komodor yüzüyor muydu? – Evet, kuzen. – Saat kaçta? – Dörtte. – Demek öyle… Hava hayli sıcaktı, öyle değil mi? – Evet, çok sıcaktı. – İşte bu yüzden, canavar, bu yüzden korkmadan dışarı çıkabildi…’
Anlaşılmaz birkaç kelime söyledi, sonra dağlılara bakıp: ‘Dostlarım,’ dedi yüksek bir sesle, ‘işte kalıntıların, iskeletlerin nedeni anlaşıldı… Mahvınıza sebep olan şey, yengeç örümceği!.. O orada, ağının içinde büzülmüş… mağaranın dibinde avını bekliyor!.. Kurbanlarının sayısını kim bilir?..’
“Gözünü hınç bürümüştü. ‘Çalı çırpı toplayın!.. Çalı çırpı!’ diye bağırarak dışarı çıktı.
Kalabalık apar topar onu izledi.
On dakika sonra, çalı çırpı bağlarıyla dolu iki büyük araba usul usul yamacı tırmanıyordu. Odunculardan uzunca bir sıra, bağırları öne çıkmış, baltalar omuzlarda, karanlık gecenin ortasında ardı sıra onları takip ediyordu. Vasiim ve ben, atları dizginlerinden tutmuş, önde yürüyorduk, ayın melankolik ışığı bu kasvetli yürüyüşün üzerine düşüyordu. Arada bir tekerlekler gıcırdıyor, patikadaki girinti çıkıntılarla zıplayan arabalar, ağır yükleriyle tekerlek izine yeniden iniyordu.
Chevreuils otlağında, mağaraya yaklaştığımızda, alayımız durdu. Meşalaler yakıldı, sonra bütün kalabalık mağaranının ağzına ilerledi. Kumun üzerinde akan berrak su, dikenli meşalelerin mavimtrak alevini yansıtıyor, bunların ışıkları, kayanın üzerine eğilen kara köknarların tepelerini aydınlatıyordu. ‘Getirdiklerimizi buraya boşaltacağız,’ dedi doktor. Mağaranın girişini tamamen kapatmamız gerek.’
“Emir yerine getirilirken, herkesin içini bir korku hissi aldı. Çalı çırpı bağları birbiri ardına arabalardan devriliyordu. Girişin tepesinden aşağı uzatılan birkaç kazık, suyun  bunları götürmesine engel oldu.
“Geceyarısına doğru, mağaranın girişi tamamen kapatıldı. Çalının altında şırıldayan su, sağda solda yosunlara çarparak ilerlemekteydi. En üstteki çalı çırpılar kupkuruydu. Böylece Dr Weber, bir meşaleyi alıp, yığını bizzat kendisi ateşe verdi. Ve ateş kızgın çıtırtılarla bir daldan diğerine, sonra öbek öbek topyekün alevlendi, duman kümelerini önüne katıp yükseldi.
“Garip, vahşi bir gösteriydi, ve gölgeleri kıpır kıpır oynayan koca orman bir anda aydınlanmıştı.
“Mağara ardı arkası kesilmeyen kara bir dumanı içine çekiyordu. Oduncular, kaygılı ve durgun, mağaranın etrafını çepeçevre sarmış girişi gözlüyorlardı. Ben de korku beni baştan aşağı titretmesine rağmen, bakışlarımı oradan ayıramıyordum.
“Ateşi yakalı bir çeyrek saat kadar olmuştu, Dr Weber sabırsızlanmaya başlıyordu, tam da o sırada… ayakları çengelli kara bir nesne, karanlığın içinde göründü ve girişe yöneldi…
“Ateşin etrafında genel bir gürültü patırtı koptu.
“Örümcek kor yığınına çarptığı gibi inine döndü… Ancak duman onu boğduğu için girişe geri geldi ve ateşin tam ortasına sıçradı. Uzun tüyleri kabuk gibi kıvrıldı. Büyüklüğü  kafam kadardı, mora çalan kızıl bir renkteydi… Kanla dolu koca bir sidik torbasını andırıyordu!..
“Odunculardan biri, ateşin içinden sıçrar korkusuyla, baltasını üzerine indirdi ve öylesine isabet ettirdi ki sıçrayan kan etrafındaki tüm ateşi bir anlığına kapladı… Ancak alttaki kor daha şiddetle canlandı, ve alevler bir anda korkunç böceği yok etti!
“Bir zamanlar Spinbronn kaynaklarının sahip olduğu şöhreti yerle bir eden tuhaf olay işte bu, üstad Frantz. Hikâyemi en kesin hatlarıyla size aktardığımdan emin olabilirsiniz… Ancak size daha fazla açıklama sunmak benim için imkânsız… Yine de izin verin de şunu ekleyim: kimi termal sularda yüksek ısıya maruz kalan böceklerin, ki böylesine bir sıcaklık onlara Afrika ve Güney Amerika’daki yakıcı koşullarının sağladığı yaşam ve gelişme imkânının aynısını sunar, böylesine masalsı ebatlara ulaşabileceklerini kabul etmek saçma olmasa gerek… Yine bu aşırı sıcaklık, tufanöncesi yaradılışın olağanüstü zenginliğini bizlere izah ediyor olabilir!
“Her ne olursa olsun, vasiim bu olaydan sonra Spinbronn sularını yeniden canladırmanın imkansız olduğuna hükmederek, Agathe ve koleksiyonu ile birlikte Amerika’ya dönmek üzere Hâselnoss’un evini sattı. Bense Strasbourg’ta 1809’a kadar kaldığım bir yurda yerleştirildim.
“O dönem Almanya ve Fransa arasındaki siyasi olaylar tüm dikkatleri üzerine çektiği için size anlattıklarım neredeyse hiç duyulmadı bile.”




[1] Eczacılık Fakültesince yayınlanan formül envanteri (ç.n.)
[2] Jabot: (fr.) Kabarık ve işlemeli göğüs süsü, boyunluk. (ç.n.)
[3] Habit: (fr.) Frakı andıran, kuyruğu yırtmaçlı ceket. (ç.n.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder