Laurence
Albaret
Le Grand
Ventre, yazarın aynı başlıklı seçkisinde
Editions
Balzac
Paris, 1944
[Ayrıca Fiction dergisi 107.
sayısında (1962)]
Koca Karın
Kıtlık
haziranda başladı. Ansızın patlak vermedi. Etkisi gittikçe arttı, her şeye
işledi, bariz hissedilmesi ise ağustosu buldu.
İlk başta temel gıdaları, tütsülenmiş jambonun ortadan
kaybolduğunu gördüler, sonra da yumurta bulunmaz oldu. Bütün yaz boyunca
yedikleri sebze ve meyvelerden henüz hâlâ vardı.
Yazı birlikte, neşe içinde geçirdiler. O sıralar kıtlık
halen görünmezdi. Gino bir dolabın derinliklerinde birkaç kutu et konservesine
sahipti, diğerleri buna ekleyebilecekleri ne varsa evlerinden getirdiler, bu
sayede güneşli ayların hepsini, endişesiz, bir şey sezinlemeden geçirdiler.
Ancak eylül sonunda artık hiçbir şey kalmamıştı. Pazarlarda sebze ve meyveler
de yoktu. Ve daha başından itibaren –farketmeye fırsat kalmadan- güçleri usul
usul tükendi. Güçsüzlüklerini tembelliğe yordular ve eğlenmek için parti
veriyormuş gibi hep birlikte, Gino’nun evinde kalmaya karar verdiler, çünkü
görüşmek için sürekli yer değiştirmek hayli yorucuydu.
Kendilerini hoşgören bir gülümseme ile içleri rahat “Bu
çok komik,” diye mırıldandıkları oluyordu, “Bu gezintiler bizi amma yordu…”
Kıtlığa gerçekten toslamaları ise bir ekim sabahı oldu.
Fakat toslamak biraz sert olur. Daha çok üstlerinden usulca geçen geniz yakıcı
bir duman gibiydi, beraberinde tuhaf, açıklanamaz bir koku getirmişti, öylesine
yeniydi ki bu havayı teneffüs etmek onları pek de rahatsız etmemişti.
Diane’nın eve gelip boş süt şişesini masaya koyduğu ve
sessizce, sıradan bir şeymiş gibi, tüm fırınların kapandığını, bulunabilen son
sebze, karahindibanın da pazarda artık olmadığını söylediği, güneşle ışıldayan
o sabahta olmuştu bu.
Bunun üzerine, sedirde uzanan Gino, dirseğinin üzerinde
doğruldu, bakışlarını önündeki meçhul boşluğa sabitledi. Buda duruşunda yerde
oturan Bertrand, usulca kafasını çevirdi. Portatif merdivene tırmanmış,
etajerin son rafına düzgünce serilmiş bir örtü üzerinde ütü yapmakta olan Myrtille
donakaldı, eli havada kaldığı için ütü neredeyse yanağına değecekti, onu hemen
yanındaki üç-ayaklı iskemleye bırakmak aklına gelmiyordu. Ve Verveine, ve Bure,
asma katta, halıya yüzükoyun uzanmış kitap okuyan onlarsa salona bakan balkona
kadar süründüler, ve kafalarını demirlerden dışarı sarkıttılar.
Tek kelime etmediler. Gino bir müddet sonra ayağa kalktı,
tam bir sessizlik içinde, odayı baştan sona kat etti, karşı duvardaki gömme
dolabı açtı. Tüm kafalar o yöne döndü.
Gino sayım yaptı: yarım kilo kahve, iki kavanoz hardal,
üç kesmeşeker, yarısı boş bir şişe cin, bir şişe konyak, iki şişe rom, küçük
bir viski damacanası ve bir paket pirinç.
Gino tek kelime etmeden kapağı kapattı.
•••
Kahve ve pirincin dibini bir günde buldular. Ertesi gün
kurutma kâğıdına sürülmüş hardal yediler. Bu, Bure’ün getirdiği bir yenilikti,
söylediğine bakılırsa çocukken bundan çok tüketmiş. (Ancak yediği hardalsız
kurutma kâğıdıymış ve bunun için kaliteli olması yeterliymiş.) İcat belli bir
başarı kaydetti. Verveine bunun tütsülenmiş jambonu andırdığını söylüyordu.
Bertrand ise zencefilli pastalarla arasında bir akrabalık kuruyordu.
Takip eden sekiz gün, sâfi alkolle beslendiler. Sarhoş
olduklarından açlıklarını hissetmiyorlardı, ancak alkol de güçleri de
azalıyordu. İçlerinden üçü ciddi, su götürmez bir zehirlenmenin belirtilerini
gösterdi; olay onları alarma geçirdi, özellikle de Gino’yu. Gino’nun bilinci
görece hâlâ yerindeydi, çünkü gerektiği durumda insiyatif alma olasılığını
korumak için diğerlerine kıyasla daha az içmeye çabalamıştı.
Sekizinci gün, ola ki tütün de biter korkusuyla, sigara
namına ne bulabilirlerse almak için Bure ile dışarı çıktı. Tütün git gide daha
önemli hale geliyordu, öncelikle açlığı bastırdığı ve sinirleri diri tuttuğu
için, ikinci olaraksa tütün çiğnemek henüz hâlâ kurutma kâğıdı çiğnemekten daha
cazipti: daha önceki gün Betrand izmaritlere hücum etmiş, koca koca lokmalar
halinde mideye indirmişti.
Henüz hâlâ dışarı çıkabilecek güçleri vardı: Esasında
yorgun değillerdi; bunu belirgin bir biçimde hissetmiyorlardı. Bu, sona ramak
kalmadan kendini göstermeyecek, içten başlayan, yavaş bir ölümdü.
Gino sokağa adım attığında, bacakları sahiplerine
huysuzluk etti. Bure’a baktı, onunla göz göze geldi, neredeyse neşeyle,
öylesine gülüştüler. Bure, Gino’nun omzuna dokundu.
- Hadi gidelim!..
Onun koluna girdi, iki sarhoş gibi birbirlerinden destek
alıp yürüdüler.
Cadde bütünüyle ıssızdı. Ara sıra, aşırı bir yavaşlıkta,
tekin olmayan adımlarla bir gölgenin geçtiği, uzaklaşıp gittiği oluyordu. Tam
bir sessizlik hâkimdi.
Durdukları ilk tütüncü dükkânı, kapkaranlık ve bomboştu.
Çok geçmeden tezgâhın arkasına çömelmiş bir gölge fark ettiler, tütüncüyü hemen
tanıdılar. Daima özenli olan kadının saçları boynuna dökülüyordu, yüzü kir pas
içindeydi. Onları tek kelime etmeden, tek bir bakış atmadan karşıladı. Paket
paket sigara isteme cüreti gösterdiler, bunun üzerine kadın sert bir hareketle
onlara döndü, boş gözlerini üzerlerine sabitledi ve uzandığı tüm sigara ve
tütün paketlerini öbekler halinde alıp hepsini neredeyse yüzlerine fırlattı.
Gino ödemek için para çıkardığında, banknotu öfkeyle aldı, gergin ellerinin
içinde top gibi yuvarladı ve aynı öfkeyle salonun bir köşesine attı. Sonra da
derinden gelen bir inlemenin ara ara kestiği hıçkırıklara boğuldu.
Sinir krizinin geldiğini gören Gino ve Bure, ürpermiş bir
halde, hazinelerini toparladıkları gibi oradan kaçtılar.
•••
İşte o günün ertesinde “belediye gıdası”nın hayata
geçmesine karar verildi. Gazeteler artık çıkmadığı ve çıksaydı bile hiçbirinde
aşağı inip bir tane alacak kuvvet olmadığı için, bunu ancak akşama
öğrenebildiler. Üstelik neye yarardı ki? Bir gazete artık, en fazla kurutma
kâğıdına yeğlenmeyecek hardallı sandviç olasılığına cevap veriyordu ki bu
sandviçlerin daha gösterişli olmayacakları kesindi.
O son günlerde, gerçekten hiçbir şey yememişlerdi. Hep
beraber atölyede yere uzanmış, örtü veya minder, ne kaldıysa bunların üzerinde
öylece duruyor, kâğıt, izmarit çiğniyorlardı. Hiçbiri asma kata çıkıp bir kitap
alacak gücü kendinde bulamıyordu, ayrıca okumak artık pek mümkün değildi çünkü
gözleri neredeyse artık tamamen kapalıydı. Myrtille elinin uzanabileceği bir
mesafede halının üzerinde dağınık halde duran gazeteyi okumak için epey
çabaladı. Başka bir dünyayı, yaşayanların dünyasını anlatan kelimeleri,
hareketsiz, sersemlemiş bir halde dinlediler. Ama anlıyor gibi görünmüyorlardı.
İçlerinden biri aniden gülmeye başladı, aptalca, kesik kesik, çırpınarak gülüp
durdu. Myrtille’in sesi titredi, boğuk bir öksürükle ara ara gidip geldi ve
sonunda yitti. Bundan sonra bir daha asla okumaya davranmadılar.
Bütün gün bütün gece aynı yerde, aynı pozisyonda
bekliyorlardı, ne üst baş değiştiriyor ne de yıkanıyorlardı. İçlerinden biri
bazen duvardan destek alıp mutfağa yollanıyor, musluğun altına eğilip, açlığı
biraz dininceye dek suyun ağzına dökülmesine izin veriyordu, sonra geri
dönüyor, yüzü ıslaklıktan ışıldayarak, diğerlerin ortasına, olduğu yere
yığılıyordu.
Zamanla aşırı zayıf hale geldiler; giysileri üzerlerinde
sallım sallım olmuştu. Gözleri ateşten parlıyor, ölümüne solgun yüzlerinde
ışıldıyordu. Gino’nun evini mesken tutmuş hayaletlere benziyorlardı.
Ama üzgün değillerdi. Hatta tam tersi. Sanki
eğleniyorlardı, hayat onlara daha neşeli geliyor gibiydi. Her birinin yüzünde o
aynı, biraz abartılı ama çok da hoş gülümseme, kocaman çocuk bakışları vardı.
Böyle olması belki sürekli sarhoş olmalarından kaynaklanıyordu, - kısa bir
süredir tek dayanakları olmayı sürdüren - alkolün yaratamayacağı, açlığın sebep
olduğu derin bir sarhoşluktu bu.
“Belediye gıdası” Gino ile Bure’un sigara almaya gittiği
günün ertesinde oluşturulmuştu. Bu teşebbüs her şeyin sonu oldu. Bir çeşit
kurumuş hamur söz konusuydu ve daha çok alçıyı andırıyordu. Elde edilebilecek
tüm çer-çöp biraraya getirilmişti, en küçük bir besin değeri olan ne varsa.
Havanda dövülmüş eski kemikler, atıklardan kalanlar henüz hâlâ en besinli
kısımlarıydı; geri kalanı ise sanki hurda kâğıtlardan, samandan, ne olduğu belirsiz
karmakarışık maddelerden yapılmışa benziyordu.
Her bir eve, sabahları gelen kamyonlarla, hanede
yaşayanlara yetecek sayıda bu tuhaf hamurdan yapılmış “ekmek”ten bırakılıyordu.
Herkes istihkakını kapıcısından kendi almak zorundaydı.
Bu yenilikten de ancak Gino kapıcıyı görmeye gittiğinde
haberdar oldular. Herhangi bir haber umduğu yoktu, posta servisi askıya alınalı
uzun zaman olmuştu, tek dileği dışarısıyla küçük de olsa bir temasta
bulunmaktı, başkaları da onlar gibi aynı durumda mı, elbiseleri onlara da artık
hayli büyük mü geliyor öğrenmek istiyordu. Hayret, kapıcı ip-iriydi! Gülünç
denecek kadar…
Gino kulübenin kapısını çaldı ama yanıt gelmedi. Kulak
kabarttı. Hırıltılar duyuyormuş gibi oldu. Kapıyı açmaya karar verdi.
Kapıcı, erken bir doğum öncesi şiddetli sancılar içinde
yerde yuvarlanıyordu. Kocası, bir sandalyede oturmuş, kolları sarkık,
sersemlemiş bir halde onu izlemekteydi.
- Doktor gerek, diye mırıldandı Gino.
Adam sanki gülerek, omuz silkti.
Ve o da Gino gibi, ürkmüş bir halde, geri geri giderek
kapıya yanaştı. Gino’yu hatırladığında, ona kendileri için bırakılan sekiz
“belediye gıdası” ekmeğini gösterdi.
Gino kıymetli briketleri ile eve çıktı.
•••
İçeri girdiğinde diğerleri neşeli, uysal bakışlarını ona
çevirdiler. “Belediye gıdası”nı görmek onlara yeniden eğlenme gücü vermişti. Bu
beyaz briketler tarifsiz derecede komikti. Onlarda yepyeni bir icatmış etkisi
yarattı: özellikle de Gino yere düşmek üzere onları elinden bıraktığında
çıkardıkları gürültüleri ile. Eski güzel günleri hatırlatan bir kahkaha
patlamasıdır onları içine aldı.
Yemeyi denediler. Hamurda alçı tadı ve kokusu vardı –
alçının kendisi de. Tozlu ve yavan bir karışımdı, içinden ara ara, aniden
ağzınıza gelen yumuşak, kaygan, mide kaldıran şeyler çıkıyordu.
Bertrand, dişlerinin arasında bir saman sapı, ilk başta
bunu yemenin imkânsız olduğunu, ölmeyi yeğleyeceğini bildirdi.
Verveine daha ilk lokmada kusmaya başladı ve bu aralıksız
bir saat boyunca devam etti.
Yine de usul usul, ilerleye ilerleye, her biri
“ekmek”lerini yemeyi bitirdiler, kendilerini canlandıracak laflar açarak, zaman
zaman da ufak bir kırıntıyı eşyaların altına yollayarak.
Ekmek işi bittiğinde doğrudan sigaraya hücum ettiler…
•••
O akşam soğuk aniden başgösterdi. Caddeden esen rüzgâr
dondurucuydu. Pencerelerin kıyısından köşesinden sızacak bir delik buluyordu,
sırt sırta yerde yatmaya devam ettiler, örtü namına ne varsa üzerlerine
aldılar.
Yine de geceleyin gelişme sayılabilecek bir şey oldu.
“Belediye gıdası” tadına rağmen sanki biraz onları diriltmişti. Bundan her gün
alırlarsa hayat da devam edecekti; sarılıp kucaklaşırken sevinçten neredeyse
ağlayacaklardı. Gece iyice çöktü, kendilerini mutlak karanlığın içinde
buldular. Aynı durum ışıksız şehrin tamamı için de geçerliydi. Ve belki
birbirlerini görmedikleri için, aydınlanmış beyinlerinde, gerçekliği geride
bıraktıkları illüzyonunu sürdürdüler. Günlerdir ilk kez şahsi yaşamlarını
anımsadılar. Gino, Verveine’i sevdiğini hatırladı. Artık ona asla bakmıyordu.
Bedenlerinin belli noktaları haricinde sanki hiçbirinin artık fiziksel bir
yaşamı yoktu, bu noktalar öylesine belirgin ve sivrilmişti ki neredeyse duyumu
aşıyorlardı, daha çok maddeötesi bir dünyaya ait gibiydiler. Karmaşa öyle bir
hal aldı ki açlığın acıyan, büzülmüş karınlarında mı ruhlarında mı olduğunu
bilemiyorlardı; karınlarını dolduran yahut ruhlarında saçılan acaba açlık
mıydı…
Gino yere uzanmış, Verveine’i görmüyordu. Onun nerede
olduğundan bihaberdi. Kendisi, iç içe geçmiş bir yığın bedenin ortasındaydı.
Ancak kafasının içinde, kollarında-bacaklarında, ve de özellikle düşüncelerinin
meskeni haline gelmiş karnında, belli belirsiz, Verveine’in bir çeşit
yansımasını, kendi cisminden çıkıp yayılmasını hissediyordu. Ve iç dünyasına
bakan gözlerinin önünde sadece Verveine’in mor gözleri beliriyordu, bunların
sanki bakışları yoktu.
Verveine’in iki mor gözü kara bir dumanın içinde
kayboldu.
Gino, bedenini hatırladı, hafızası ile değil karnıyla,
sonra karnının uzuvlarına yansımasıyla, her türde maddiyetten yoksun
(yahut büsbütün maddi) cinsiyetine yansıyan açlıkla.
Sarsak elini rastgele örtülerin altından, titreyen, ateş
içindeki beden yığının içine uzattı, bir kumaşın altında bir derinin
zonkladığını hissetti. Gino, görmeden, arzusundan başka amacı olmadan kumaşı
araladı ve düzenli bir biçimde, kendi içinde bir hipnoz etkisi yaratıncaya dek
bu belirsiz, ne olduğu asla seçilemeyen deri parçasını, aşkının gücüyle
Verveine’nin bütün bedeninin toplandığı bu anonim et köşesini parmaklarının
arasında yoğurdu.
•••
İki-üç gün boyunca, bir gelişme olduğuna gerçekten
inandılar. Gün ağarırken, neredeyse ayağa kalkacak, içerde birkaç adım atacak
güçleri oluyordu.
Ancak “ekmekler” etkilerini bundan sonra gösterdi ve doğa
tükenmez bir buluş dehası sergiledi.
Bunun farkına ilk varan Bure oldu. Uyandığında,
kafatasının tepesinde tuhaf bir soğukluk duydu, elini oraya götürdüğünde ise
sadece çıplak derisini hissetti. Saçları artık yoktu. Onları yerde, örtünün
üzerinde buldu, biçilmiş buğday başaklarını andırıyorlardı, onlar kadar sarı ve
çok daha yumuşaklardı. Böylece Bure öyle bir kahkaha patlattı ki diğer hepsi
uykudan uyandı. Bu gülüş, Bure’un düz ve parlak, gülle gibi yuvarlak kafasını
fark ettiklerinde genel bir hal aldı.
Myrtille’e gelince, balon gibi şişmiş, canavarsı, koca
bir karnı önüne katmış, fıçı gibi iterek mutfaktan geliyordu. İskeleti andıran
genç kıza hiç de ait değilmişe benzeyen bu bedenin yaklaşmasını alık gözlerle
izlediler.
Aynı gün Gino yüzünde, ve hızla tüm bedeninde, yer yer
yapış yapış tuhaf pürtükler hissetti. Ellerine baktığında, bir çeşit kanlı
pelte ile kaplı kalkmış deriler, kabuklar gördü. O andan sonra tüm problemlerin
cevabını, yaşamın amacını bulduğu hissine kapıldılar. Gün boyu, keyfi yerinde,
dişlerinin arasında hafifçe ıslık çalarak kabuklarını kaldırdı.
•••
İlk ölen Myrtille oldu. Karnı şişmeye devam ettiği için
patlayacağa benziyordu. Fakat bu durum onu tasalandırmıyor gibiydi. Kısık,
yumuşak ve takıntılı bir sesle şarkı söyleyip, iki koluyla karnını iterek küçük
adımlarla durmadan odanın içinde gidip geliyordu. “Ah! Karnım ne kadar da
güzel… karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel…” Karnının havası,
ağzı açılan bir balonunki gibi aniden boşaldığında şarkı söylemeye hâlâ devam
etmekteydi. Ne bir çığlık attı ne de iç çekti. Sadece şarkı söylemeyi bıraktı,
onları uyuşukluklarından silkeleyen de şarkının bitmesi oldu. Sessizlik ani bir
şok gibiydi. Sonrasında onun üzerine eğildiler ve onu sadece gözleri kocaman
açılmış, neşeyle onlara bakarken, dudaklarında delice bir gülümsemeyle
gördüler. Ancak artık nefes almıyordu.
Takip eden gece, hepsi saçlarını ve tırnaklarını
kaybetti; dişleri oynamaya, sonra da birbiri ardına dökülmeye başladı; hızlı
öldüler, ancak Bertrand diğerlerine göre çok daha uzun yaşadı. Yeni yeni
zayıflamaya, değişmeye başlamıştı, sadece artık duyamıyor ve göremiyordu. Bir
sabah, kurumuş meyve gibi, acı vermeden düşen bir ayak parmağını kaybetti, ve
aynı akşam göz pınarları kurudu, gözleri öyle küçüldü ki artık çok büyük gelen
göz çukurları içinde oynayıp durmaya başladılar, sonra da yuvalarını terk edip
optik sinirin ucunda yanağa sarktılar, tıpkı kordonlarının ucundan sarkan
minyatür birer bilboquet topu gibi. Betrand’ın tüm eti büzüldü
büzüldü, iskeleti tutmak için artık çok dar hale geldi. İskelet de çoktandır
deriyi delip, omuzlarda, kaburgaların altında kendini göstermeye başlamıştı.
İçerde kalp ise hâlâ -her dakika daha yavaş, daha yavaş,
daha yavaş- çarpmaktaydı… Sonra... odada tek başına, Gino’nun amcasından
kalma gülünç duvar saati -düzenli mekanik yaşamının makarası tamamen
boşalıncaya dek- çalışmaya devam etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder