Guillaume Apollinaire
La Disparation
de Honoré Subrac
Hérésiarque et
Cie başlıklı öykü
seçkisinden
Stock, 1910.
Honoré
Subrac’ın Kayboluşu
Titizlikle yürütülen araştırmalara rağmen polis, Honoré Subrac’ın
kayboluşunun ardındaki esrarı aydınlatmayı başaramadı.
Subrac benim dostumdu, ve durumuyla
ilgili gerçeği bildiğim için, yargıyı neler olduğu hakkında bilgilendirmeyi
görev edindim. İfademi alan savcı, beni dinledikten sonra, sesine öylesine
ürkmüş bir incelik tonu kattı ki beni deli yerine koyduğunu anlamakta güçlük
çekmedim. Düşüncemi ona söyledim. Daha da kibarlaştı, sonra ayağa kalkıp beni
kapıya sürdü, kâtibini gördüm, yerinden doğrulmuş, bir çılgınlık yaparsam
üzerime atlamaya hazır, bekliyordu.
Israr etmedim. Honoré Subrac
meselesi, doğrusu öylesine tuhaf ki gerçeklik onun yanında daha tuhaf kaçıyor.
Subrac’ın ilginç bir tip olduğu gazetelerde yazılanlardan öğrenildi. Yaz kış
bol bir kaftandan başka şey giymezdi, ayaklarında daima terlik olurdu. Son derece
zengindi, kılığı merakımı cezbettiği için, bir gün ona sebebini sordum:
“Gerektiğinde en çabuk şekilde
çıplak kalabilmek için," diye yanıtladı. “Ayrıca, hafif giyinmeye çabuk
alışılır. Çoraptan çamaşırdan, şapkadan çabuk vazgeçilir. Yirmi beş yaşından
beri böyle yaşıyorum ve hiç hastalanmadım.”
Bu sözler, beni aydınlatmaktan çok
daha da meraklandırdı.
“O halde,” diye sordum kendime,
“Honoré Subrac neden çabuk soyunmak istiyor?”
Ve pek çok varsayım geliştirdim…
•••
Bir gece eve dönerken –saat bir, bir
buçuk dolayları– alçak sesle, adımın telaffuz edildiğini duydum. Ses sanki
omzumu sıyırarak geçtiğim duvardan gelmişti. Şaşkın, tadım kaçmış, olduğum
yerde durdum.
Ses, “Sokakta başka kimse yok değil
mi?” diye devam etti. “Benim, Honoré Subrac.”
“O halde neredesiniz?” diye bir
çığlık kopardım, arkadaşımın nerede saklanıyor olabileceği konusunda fikir
yürütemeden, etrafa bakınarak.
Sadece kaldırımın üzerinde yatan
meşhur kaftanını gördüm, meşhurlukta aşağı kalmayan terlikleri de onun
yanındaydı.
“İşte,” diye düşündüm, “Honoré
Subrac’ı göz açıp kapamada soyunmaya zorlayan kaçınılmaz bir durum. Nihayet bir
gizemi adamakıllı öğrenmiş olacağım.”
Ve yüksek sesle şöyle dedim:
“Yolda kimsecikler yok, sevgili
dostum; artık ortaya çıkabilirsiniz.”
Honoré Subrac karşımdaki duvardan
adeta çözülerek geldi, orada olduğunu ne görmüş ne fark etmiştim. Baştan aşağı
çırılçıplaktı, ilk iş, kaftanını yakaladığı gibi sırtına geçirdi, elinin en
çabuk hızıyla önünü ilikledi. Sonra terliklerini ayağına geçirip, tereddütsüz,
kapıma kadar bana eşlik etti.
“Şaşırdınız!” dedi, “ama artık neden
böyle tuhaf giyindiğimi biliyorsunuz. Bununla birlikte bakışlarınızdan tamamen
nasıl kaçabildiğimi henüz anlayamadınız. Çok basit. Anlaşılacak tek şey var: bu
bir mimetizm olayı. Tabiat iyi yürekli bir annedir. Tehlikelerin tehdit
ettiği, kendilerini savunamayacak kadar zayıf çocuklarına etrafındaki şeylere
karışma yeteneği bahşetmiştir… Ama siz bunu zaten biliyorsunuz. Kelebeklerin
çiçeklere benzediğini, kimi böceklerin yaprak gibi olduğunu, bukalemunun onu en
iyi saklayan rengi alabildiğini, kutup tavşanının -ki bizde sürülen toprakta
aniden ortaya çıkanlar kadar ödlektir- buzla kaplı bölgeler gibi bembeyaz
olduğunu -daha görmeye fırsat olamadan kaçıverir- biliyorsunuz.
Bu zayıf hayvanlar düşmanlarından,
görünümlerini değiştiren bu içgüdüsel beceri sayesinde kurtulur.
Ve ben… bir düşman tarafından
sürekli takip edilen, hayli korkak, kavgada kendini savunmaktan aciz olduğunu
hisseden ben, ben de bu hayvanlara benziyorum işte: kendi isteğimle -ve sırf
korkudan- etrafımdaki ortama karışıyorum.
Bu içgüdüsel yeteneği ilk icra
etmemin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçti. Yirmi beş yaşındaydım, kadınlar
beni alımlı ve yapılı buluyordu. Bunlardan biri, ki evliydi, bana, karşı
koyamadığım bir yakınlık gösterdi. Ölümcül ilişki!... Bir gece, sevgilimin
yanındaydım. Kocası güya uzun süreliğine şehir dışındaydı. Elinde bir
altıpatlarla aniden kapıyı açtığında tanrılar gibi çıplaktık. Dile sığmaz bir
korku içindeydim, şimdi nasılsam o zaman da böyle ödlektim ve tek isteğim
vardı: kaybolmak. Sırtımı duvara verip, onun içine karışmayı diledim. Ve
beklenmedik olay anında gerçekleşti. Duvar kağıdının rengine büründüm;
uzuvlarım inatla, şaşılacak biçimde yassılaşırken, duvarla birleştiğimi ve beni
artık kimsenin göremeyeceğini hissettim. Gerçekti. Koca, beni öldürmek için
içerde dört dönüyordu. Beni görmüştü ve kaçmam imkânsızdı… Deli gibiydi,
öfkesini karısına çevirdi ve onu kafasına sıktığı altı el ateşle vahşice
katletti. Sonra yıkık bir vaziyette, hüngür hüngür ağlayarak çekip gitti. O
çıktıktan sonra bedenim, içgüdüyle, normal şeklini, doğal rengini aldı.
Giyindim, ve kimseler gelmeden sıvışmayı başardım… Mimetizm menşeli bu latif
yeteneği, o gün bugündür muhafaza ediyorum. Koca, beni öldüremediği için, tüm varlığını
işimi görmeye adadı. Uzun süre, dünyanın dört yanında peşimi bırakmadı; Paris’e
yerleşmeye geldiğimde ondan artık kurtulduğumu sanıyordum… Ancak o adamı siz
geçmeden az önce yine gördüm. Korkudan dişlerim takırdıyordu. Soyunup duvarla
birleşecek vakti ancak buldum. Kaldırıma bırakılmış kaftan ve terliklere
merakla bakarak çok yakınımdan geçti. Şimdi böyle sade giyinmemin sebebini
anladınız mı? Herkes gibi giyinseydim mimetik yeteneğim asla faaliyete
geçmezdi. Cellâdımdan kaçabilmek için asla yeterince çabuk soyunamazdım. Ayrıca
her şeyden önce, yassılaşan giysilerimin, savunma amaçlı kayboluşumu boşa
çıkarmaması için çıplak olmak zorundayım.”
Kanıtlarını gördüğüm ve kıskandığım
yeteneğinden ötürü Subrac’ı tebrik ettim.
•••
Takip eden günler bu konudan başka
bir şey düşünmedim, kendimi durmadan, şeklimi ve rengimi değiştirmek için irade
göstermeye çalışırken buluyordum. Otobüse, Eifel Kulesi’ne, Akademi’ye, büyük
loto talihlisine dönüşmeye çalıştım. Çabalarım boşunaydı. Başaramıyordum.
İradem yeterince güçlü değildi, ayrıca bende o kutsal korkudan yoktu, Honoré
Subrac’ın içgüdülerini uyandıran o korkunç tehlike benim için söz konusu
değildi.
Bir gün allak bullak bir halde
çıkageldiğinde, onu epey zamandır görmemiştim:
“O herif, düşmanım,” dedi bana, “her
yerde beni arıyor. Yeteneğimi kullanarak ondan üç kez kaçabildim, ama
korkuyorum, korkuyorum dostum!...”
Gözle görülür biçimde zayıflamıştı,
ama bunu söylemekten imtina etim.
“Yapabileceğiniz tek şey kaldı,”
dedim ona, “Böylesine amansız bir düşmandan kaçmak istiyorsanız… Gidin! Bir
köye saklanın. Buradaki işlerinizi çekip çevirmeme ve sizi en yakın istasyona
götürmeme izin verin.”
Şunları söyleyerek elimi sıktı:
“Size yalvarırım, bana eşlik edin,
korkuyorum!”
•••
Sokakta, sessizlik içinde yürüdük. Honoré
Subrac endişeli bir edayla, durmadan başını geri çeviriyordu. Birden bire
çığlık attı, kaftanı ve terliklerinden kurtulup kaçmaya başladı. Bir adamın
koşarak arkamızdan geldiğini gördüm. Onu durdurmaya çalıştım. Ancak elimden
kurtuldu. Honoré Subrac’a doğrulttuğu bir altıpatlar tutuyordu. Subrac ise
hemence bir kışla duvarına yetişmiş, büyü yapılmış gibi ortadan kaybolmuştu.
Silahlı adam, şaşkınlıktan
donakaldı, öfkeyle bir nağra savurdu, ve hasmını ondan kurtaran duvardan öç
almak istercesine, tam da Subrac’ın kaybolduğu noktaya silahı boşalttı. Sonra
da koşarak uzaklaştı…
Ahali toplandı, jandarma kalabalığı
dağıtmaya geldi. Sonra, arkadaşıma seslendim. Ama yanıt vermedi.
Duvarı yokladım, hâlâ
ılıktı; altı mermiden üçünün insan kalbi yüksekliğinde isabet
ettiğini fark ettim, diğer mermiler taze sıvayı daha yukarıdan sıyırıp
geçmişti, bir yüzün çizgilerini belirsiz, belli belirsiz, görür gibi oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder