Marcel
Schwob
L’Homme
Voilé
Coeur Double başlıklı seçkide
Henri Jonquières et Cie
Paris, 1925
Örtünmüş
Adam
Felaketime neden olan olayların
gidişatı hakkında söyleyebileceğim hiçbir şey yok. İnsan hayatının kimi
kazaları, tesadüflerce yahut doğa kanunlarınca en şeytani icatlar kadar ustaca
tasarlanmıştır: öyle ki bunlar karşısında, eşsiz, anlık bir gerçeği yakalamış
empresyonist bir ressamın tablosu önündeymişiz gibi hayretten çığlığı
kopartabiliriz… Lâkin öyle isterim ki can verip başım yana düştüğünde bu hikâye
benden sonra yaşamaya devam etsin, ve bilinmeyene açılan uçuk bir boşlukmuşçasına
ölümlülerin tarihinde tuhaf bir gerçek olarak yer bulsun.
O korkunç vagona girdiğimde, içerde iki
kişi vardı. Biri sırtı dönük, örtülere bürünmüş, derin bir uykudaydı.
Örtülerden en üstteki, sarı zemin üzerine lekelerle benek benekti, tıpkı leopar
derisi gibi. Benzerlerinden yolculuk eşyası tezgâhlarında çokça satılır: ancak
hemen şunu söyleyebilirim ki sonradan dokunduğumda, bunun gerçekten vahşi bir
hayvan postu olduğunu anladım; ayrıca uyuyan kişinin başlığı da, sahip olduğum
keskin bakış gücüyle iyice süzdüğümde, bana son derece ince, beyaz bir fötrmüş
gibi göründü.
Sempatik bir çehresi olan diğer yolcu,
otuzlarını henüz geride bırakmışa benziyordu, gecelerini demir yollarında
konforlu bir biçimde geçiren kayıtsız bir adamın hali vardı onda.
Uyuyan, biletini göstermedi, kafasını
çevirmedi, ben karşısına yerleşirken istifini bile bozmadı. Ve koltuğa
oturduğumda -kafamı meşgul eden türlü meseleyi
düşünmek üzere- yolculuk
arkadaşlarımı incelemeyi bıraktım.
Trenin kalkışı belki düşüncelerimi
kesintiye uğratmamıştı ancak düşüncelerimin seyrine tuhaf bir biçimde yön
veriyordu. Dingil ve tekerleklerin şarkısı, raylar üzerinde iyice yol tutma,
kötü bağlanmış vagonları periyodik bir biçimde sallayan sıçrayışla makaslardan
geçme, tüm bunlar zihinsel bir nakarata dönüşüyordu. Diğer düşüncelerimi
düzenli kesitlere ayıran bulanık bir düşünce gibiydi. Bu tekrar, çeyrek saat
kadar sonra, saplantıya yakın bir hal aldı. Bilinçli bir gayretle, var gücümle
ondan kurtuldum, ancak bulanık nakarat, uzayıp gitmekle birlikte öncesini
bildiğim müzikal bir nota dizisine dönüştü. Her vuruş bir nota değildi, önceden
tahmin edilen, tedirgin edici ama neye varacağı merakla beklenen bir notanın
tek sesli yankısıydı. Sonsuza dek birbirinin aynı olacağa benzeyen bu vuruşlar,
biteviye uzayan en kapsamlı sonar sıkala boyunca gidiyor, dünya üzerinde hiçbir
enstrümanın ses genişliğinin ulaşamayacağı, üst üste binen oktavlarıyla,
işleyen zihnin üst üste biriktirdiği varsayım katmanlarıyla örtüşüyordu.
Sonunda büyüyü bozmak için elime bir
gazete aldım. Ancak okumaya başladığımda satırlar bütün halinde kolonlardan
ayrıldı; gözlerimin önünde dertli, tek-tipte seslerle birlikte, öngörebildiğim
ancak değiştiremediğim kesitler halinde geri yerlerini aldılar. Böylece belli
bir endişe ve zihinsel boşluk hissederek sırtımı geriye verdim.
İşte o andan sonra beni tuhaflığın
derinliklerine çeken ilk şaşırtıcı olayı gözlemledim. Vagonun diğer ucundaki
yolcu, yerinden doğrulup minderine şekil verdi, sonra uzanıp gözlerini kapattı.
Karşımda uyuyansa hemen hemen aynı anda sessizce kalktı, ve küre-lambanın yaylı
mavi siperini indirdi. Bu hareketinde yüzünü görebilmeliydim – ancak göremedim. Sadece insan yüzü
renginde, karışık renkte bir leke gördüm; fakat insan yüzüne dair hiçbir hat ya
da çizgi çıkartamadım. Doğrusu bu hareketi beni şaşırtan bir hızda ve
sessizlikte gerçekleştirmişti.
Kapitone kaplama koltukların arasında
şimdi mavi bir gölge dalgalanıyor, bir gaz lambasından dışarı yayılan sarı
ışığın örtüsüyle ara ara kesiliyordu.
Trenin gürültüsü sessizliğin içinde
arttıkça yakamı bırakmayan düşüncelerin merkezi gitgide belirginleşmekteydi; hareketin
verdiği huzursuzluk onu sabitlemişti. Demiryolu cinayeti hikâyeleri karanlığı
yırtarak ortaya çıkıyor, yavaş yavaş, tekdüzenli şarkılar gibi, basit bir şekle
bürünüyorlardı. Dayanılmaz bir korku kalbimi sıkıştırmaktaydı;
dayanılmazlaşıyordu çünkü muğlaklaşıyordu, ve çünkü belirsizlik korkuyu
arttırır. Gözlerimin önünde, dokunacak kadar yakınımda, Jud’un hayalinin boy
gösterdiğini hissediyordum -çukur gözlü, sıska bir yüz, çıkık elmacık
kemikleri, seyrek keçi sakal- geceleri, birinci sınıf vagonlarda, cinayet
işleyen, ve kaçtıktan sonra asla yakalanamayan katil Jud’un yüzü. Gölge bu yüzü,
uyuyanın çehresine nakletmeme, lambanın ışığında gördüğüm karışık lekeye Jud’un
yüz hatlarını çizmeme, kaplan postu altına sessizce gizlenmiş, yerinden
fırlamaya hazır bir adam olduğunu hayal etmeme izin veriyordu.
Şiddetli bir iç-dürtüyle vagonun diğer
ucuna fırlamak, uyuyan diğer yolcuyu silkelemek, farkında olduğum tehlikeyi
haykırmak istedim. Ancak bir utanç duygusu beni yerimde tutuyordu. Derdimi ona
anlatabilir miydim? İyi eğitim görmüş bu beyin şaşkın bakışlarına nasıl yanıt
verecektim? Rahatı yerinde, kafası, özenle kıvırdığı mindere yaslı, eldivenli
elleri göğsü üzerine kavuşmuş, uyuyordu: diğer yolcu lambanın siperini indirdi
diye onu uyandırmaya ne hakkım vardı? Diğerinin onun uykusuna saygıdan harekete
geçip, ışığı kapatmış olabileceği gerçeğini yanlış yorumlamakta ısrar eden
zihnim, zaten fazlasıyla delilik belirtisi göstermemiş miydi? Farklı bir diziye
ait bu iki olayın çakışması basit bir rastlantı olamaz mıydı? Ancak kaygım
bunda ayak diriyor, ısrar ediyordu; öyle ki trenin ritmli sessizliğinde
şakaklarımın zonkladığını hissediyordum; dışarıdaki sükûnetle zıtlaşan kanımdaki
coşkunluk, nesneleri etrafımda fır fır döndürüyordu; gelecekte olacaklar, belirsiz
-ama gerçekleşmesi çok yakın şeylerce kesinleşecek- olaylar, sonu gelmeyen bir
alay halinde beynimi kat ediyordu.
Ve ansızın içimde, tertemiz bir
sakinlik başgösterdi. Gergin kaslarımın topyekün gevşediğini hissettim.
Düşüncelerin anaforu durakladı. Uyuma ve kendinden geçme öncesi içsel düşüşü
duydum, gerçekten de gözlerim açık bayılıyordum. Evet gözlerim açıktı, ve
zorluk çekmeden görmemi sağlayacak ebedi bir güç kazanmışlardı. Gevşeme
öylesine tam bir hal aldı ki ne hislerime hükmedebilecek ne de herhangi bir
karar alabilecek tâkatim kaldı, bana ait en ufak bir harekete geçme fikrini
tasarlamaktan acizdim. Bu insanüstü gözler kendiliklerinden gizemli figüre
yöneldiler, engeller ne kadar delici olsa da bunları fark edebiliyorlardı. Bu
şekilde bir leopar derisinin altından, insan derisi renginde ipek bir maskeden,
güneşte yanmış bir yüzü örten krepten içeri bakıyordum. Ve gözlerim birden
dayanılmaz, kara bir parıltısı olan başka bir çift gözle karşılaştı: gümüşe
benzer düğümleri olan sarı giysiler içinde bir adam gördüm, kahverengi bir
paltoya sarınmıştı. Üstünde leopar derisi olduğunu biliyordum, ama gördüğüm
oydu. Ayrıca onun hızlı ve kısa aralıklı nefesini duyuyordum (zira duyma yetim
de son derece keskinleşmişti), nefes alabilmek için büyük çaba sarf ediyor
gibiydi. Ancak, adam ne kolunu ne de bacağını oynattığı içindir ki bu, içsel
bir çaba olmalıydı - mutlaka öyleydi çünkü iradesi benim irademi felce
uğratıyordu.
Ruhumun derinliklerinden gelen son bir
dirençle irkildim. Sanki bir kavgaya tutuşmuştum ama gerçekte dövüşen ben
değildim. Asla farkında olunmayan fakat benliğe hükmeden, derinlerde kökleşmiş,
bencilliğe dayanan bir kavga. Sonra zihnimde çarpuk çurpuk düşünceler belirdi –
bana ait değillerdi, ben yaratmamıştım onları, bağım bile yoktu; sizi üzerine
eğilmeye zorlayan karanlık su gibi sinsi ve cezp edicilerdi.
Bu düşüncelerden biri cinayetti. Ancak
bunu Jud’un elinden çıkan korku dolu bir esermiş, adı konmamış bir dehşetin
sonuymuş gibi algılamıyordum. Meraktan kaynaklı biraz ışıkla, bir zamanlar
irademe ait her şeyin durmadan yok olmasıyla bunun mümkün olduğunu
hissediyordum.
Böylece örtünmüş adam ayağa kalktı,
insan eti rengindeki örtüsünün altından gözlerini bana dikerek, süzülür gibi
uyuyan yolcuya yöneldi. Bir eliyle onun boynuna sıkıca bastırdı ve aynı anda,
açılan ağzına ipek bir gaz bezi tıkadı. Çığlık atmayı ne dert ediyor ne de
istiyordum. Ama yanıbaşlarındaydım, ve tasa içinde olanları izliyordum.
Örtünmüş adam, çeliğinin merkezi ufak bir çizgiyle oyuk, ince uzun bir
Türkistan bıçağı çıkardı, koyun kurban eder gibi onun boğazını kesti. Kan
fileye kadar sıçradı. Bıçağı sol taraftan, sert bir vuruşla kendine çekerek
saplamıştı. Gırtlak bir karış açılmıştı; lambanın siperini kaldırdı, kızıl
yarığı gördüm. Sonra adamın ceplerini boşalttı ve ellerini kan gölünün içine
daldırdı. Bana doğru geldi, ben hiç karşı gelemeden, uyuşuk parmaklarımı, tek
bir çizginin kıpırdamadığı yüzümü kana buladı.
Örtünmüş adam, üzerindeki örtüyü
fırlattı ve hızla paltosunu üzerine geçirdi, bense o sırada, katledilmiş yolcunun yakınında,
hareketsiz oturuyordum. O korkunç kelime [katledilmiş]
beni etkilemiyordu – derken bedenimin desteksiz kaldığını hissettim,
düşüncelerle dolu, sisin içinde yitmiş irademi geri çağırmaya isteğim yoktu.
Gözlerim yapışık, tükrüğüm ağzımın kenarlarından taşmış, boynum kurşun bir elle
sıkılmış gibi kaskatı, şafağın gri aydınlığında, trenin hareketleriyle sarsılan
bir cesetle yapayalnız olduğumu gördüm. Son derece tekdüze, kıraç, düz bir
arazide ilerliyorduk, seyrek ağaç kümeleri şuraya buraya serpilmişti, - tren,
sabahın taze havasında yankılanan uzun bir sirenden sonra durduğunda, kan
pıhtılarıyla çizgi çizgi olmuş yüzümle, alık bir halde kapıda göründüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder