23 Şubat 2020 Pazar

Marcel Schwob - Örtünmüş Adam

Marcel Schwob
L’Homme Voilé
Coeur Double başlıklı seçkide
Henri Jonquières et Cie
Paris, 1925



Örtünmüş Adam


Felaketime neden olan olayların gidişatı hakkında söyleyebileceğim hiçbir şey yok. İnsan hayatının kimi kazaları, tesadüflerce yahut doğa kanunlarınca en şeytani icatlar kadar ustaca tasarlanmıştır: öyle ki bunlar karşısında, eşsiz, anlık bir gerçeği yakalamış empresyonist bir ressamın tablosu önündeymişiz gibi hayretten çığlığı kopartabiliriz… Lâkin öyle isterim ki can verip başım yana düştüğünde bu hikâye benden sonra yaşamaya devam etsin, ve bilinmeyene açılan uçuk bir boşlukmuşçasına ölümlülerin tarihinde tuhaf bir gerçek olarak yer bulsun.
O korkunç vagona girdiğimde, içerde iki kişi vardı. Biri sırtı dönük, örtülere bürünmüş, derin bir uykudaydı. Örtülerden en üstteki, sarı zemin üzerine lekelerle benek benekti, tıpkı leopar derisi gibi. Benzerlerinden yolculuk eşyası tezgâhlarında çokça satılır: ancak hemen şunu söyleyebilirim ki sonradan dokunduğumda, bunun gerçekten vahşi bir hayvan postu olduğunu anladım; ayrıca uyuyan kişinin başlığı da, sahip olduğum keskin bakış gücüyle iyice süzdüğümde, bana son derece ince, beyaz bir fötrmüş gibi göründü.
Sempatik bir çehresi olan diğer yolcu, otuzlarını henüz geride bırakmışa benziyordu, gecelerini demir yollarında konforlu bir biçimde geçiren kayıtsız bir adamın hali vardı onda.
Uyuyan, biletini göstermedi, kafasını çevirmedi, ben karşısına yerleşirken istifini bile bozmadı. Ve koltuğa oturduğumda  -kafamı meşgul eden türlü meseleyi düşünmek üzere- yolculuk arkadaşlarımı incelemeyi bıraktım.
Trenin kalkışı belki düşüncelerimi kesintiye uğratmamıştı ancak düşüncelerimin seyrine tuhaf bir biçimde yön veriyordu. Dingil ve tekerleklerin şarkısı, raylar üzerinde iyice yol tutma, kötü bağlanmış vagonları periyodik bir biçimde sallayan sıçrayışla makaslardan geçme, tüm bunlar zihinsel bir nakarata dönüşüyordu. Diğer düşüncelerimi düzenli kesitlere ayıran bulanık bir düşünce gibiydi. Bu tekrar, çeyrek saat kadar sonra, saplantıya yakın bir hal aldı. Bilinçli bir gayretle, var gücümle ondan kurtuldum, ancak bulanık nakarat, uzayıp gitmekle birlikte öncesini bildiğim müzikal bir nota dizisine dönüştü. Her vuruş bir nota değildi, önceden tahmin edilen, tedirgin edici ama neye varacağı merakla beklenen bir notanın tek sesli yankısıydı. Sonsuza dek birbirinin aynı olacağa benzeyen bu vuruşlar, biteviye uzayan en kapsamlı sonar sıkala boyunca gidiyor, dünya üzerinde hiçbir enstrümanın ses genişliğinin ulaşamayacağı, üst üste binen oktavlarıyla, işleyen zihnin üst üste biriktirdiği varsayım katmanlarıyla örtüşüyordu.
Sonunda büyüyü bozmak için elime bir gazete aldım. Ancak okumaya başladığımda satırlar bütün halinde kolonlardan ayrıldı; gözlerimin önünde dertli, tek-tipte seslerle birlikte, öngörebildiğim ancak değiştiremediğim kesitler halinde geri yerlerini aldılar. Böylece belli bir endişe ve zihinsel boşluk hissederek sırtımı geriye verdim.
İşte o andan sonra beni tuhaflığın derinliklerine çeken ilk şaşırtıcı olayı gözlemledim. Vagonun diğer ucundaki yolcu, yerinden doğrulup minderine şekil verdi, sonra uzanıp gözlerini kapattı. Karşımda uyuyansa hemen hemen aynı anda sessizce kalktı, ve küre-lambanın yaylı mavi siperini indirdi. Bu hareketinde yüzünü görebilmeliydim – ancak göremedim. Sadece insan yüzü renginde, karışık renkte bir leke gördüm; fakat insan yüzüne dair hiçbir hat ya da çizgi çıkartamadım. Doğrusu bu hareketi beni şaşırtan bir hızda ve sessizlikte gerçekleştirmişti.
Kapitone kaplama koltukların arasında şimdi mavi bir gölge dalgalanıyor, bir gaz lambasından dışarı yayılan sarı ışığın örtüsüyle ara ara kesiliyordu.
Trenin gürültüsü sessizliğin içinde arttıkça yakamı bırakmayan düşüncelerin merkezi gitgide belirginleşmekteydi; hareketin verdiği huzursuzluk onu sabitlemişti. Demiryolu cinayeti hikâyeleri karanlığı yırtarak ortaya çıkıyor, yavaş yavaş, tekdüzenli şarkılar gibi, basit bir şekle bürünüyorlardı. Dayanılmaz bir korku kalbimi sıkıştırmaktaydı; dayanılmazlaşıyordu çünkü muğlaklaşıyordu, ve çünkü belirsizlik korkuyu arttırır. Gözlerimin önünde, dokunacak kadar yakınımda, Jud’un hayalinin boy gösterdiğini hissediyordum -çukur gözlü, sıska bir yüz, çıkık elmacık kemikleri, seyrek keçi sakal- geceleri, birinci sınıf vagonlarda, cinayet işleyen, ve kaçtıktan sonra asla yakalanamayan katil Jud’un yüzü. Gölge bu yüzü, uyuyanın çehresine nakletmeme, lambanın ışığında gördüğüm karışık lekeye Jud’un yüz hatlarını çizmeme, kaplan postu altına sessizce gizlenmiş, yerinden fırlamaya hazır bir adam olduğunu hayal etmeme izin veriyordu.
Şiddetli bir iç-dürtüyle vagonun diğer ucuna fırlamak, uyuyan diğer yolcuyu silkelemek, farkında olduğum tehlikeyi haykırmak istedim. Ancak bir utanç duygusu beni yerimde tutuyordu. Derdimi ona anlatabilir miydim? İyi eğitim görmüş bu beyin şaşkın bakışlarına nasıl yanıt verecektim? Rahatı yerinde, kafası, özenle kıvırdığı mindere yaslı, eldivenli elleri göğsü üzerine kavuşmuş, uyuyordu: diğer yolcu lambanın siperini indirdi diye onu uyandırmaya ne hakkım vardı? Diğerinin onun uykusuna saygıdan harekete geçip, ışığı kapatmış olabileceği gerçeğini yanlış yorumlamakta ısrar eden zihnim, zaten fazlasıyla delilik belirtisi göstermemiş miydi? Farklı bir diziye ait bu iki olayın çakışması basit bir rastlantı olamaz mıydı? Ancak kaygım bunda ayak diriyor, ısrar ediyordu; öyle ki trenin ritmli sessizliğinde şakaklarımın zonkladığını hissediyordum;  dışarıdaki sükûnetle zıtlaşan kanımdaki coşkunluk, nesneleri etrafımda fır fır döndürüyordu; gelecekte olacaklar, belirsiz -ama gerçekleşmesi çok yakın şeylerce kesinleşecek- olaylar, sonu gelmeyen bir alay halinde beynimi kat ediyordu.
Ve ansızın içimde, tertemiz bir sakinlik başgösterdi. Gergin kaslarımın topyekün gevşediğini hissettim. Düşüncelerin anaforu durakladı. Uyuma ve kendinden geçme öncesi içsel düşüşü duydum, gerçekten de gözlerim açık bayılıyordum. Evet gözlerim açıktı, ve zorluk çekmeden görmemi sağlayacak ebedi bir güç kazanmışlardı. Gevşeme öylesine tam bir hal aldı ki ne hislerime hükmedebilecek ne de herhangi bir karar alabilecek tâkatim kaldı, bana ait en ufak bir harekete geçme fikrini tasarlamaktan acizdim. Bu insanüstü gözler kendiliklerinden gizemli figüre yöneldiler, engeller ne kadar delici olsa da bunları fark edebiliyorlardı. Bu şekilde bir leopar derisinin altından, insan derisi renginde ipek bir maskeden, güneşte yanmış bir yüzü örten krepten içeri bakıyordum. Ve gözlerim birden dayanılmaz, kara bir parıltısı olan başka bir çift gözle karşılaştı: gümüşe benzer düğümleri olan sarı giysiler içinde bir adam gördüm, kahverengi bir paltoya sarınmıştı. Üstünde leopar derisi olduğunu biliyordum, ama gördüğüm oydu. Ayrıca onun hızlı ve kısa aralıklı nefesini duyuyordum (zira duyma yetim de son derece keskinleşmişti), nefes alabilmek için büyük çaba sarf ediyor gibiydi. Ancak, adam ne kolunu ne de bacağını oynattığı içindir ki bu, içsel bir çaba olmalıydı - mutlaka öyleydi çünkü iradesi benim irademi felce uğratıyordu.
Ruhumun derinliklerinden gelen son bir dirençle irkildim. Sanki bir kavgaya tutuşmuştum ama gerçekte dövüşen ben değildim. Asla farkında olunmayan fakat benliğe hükmeden, derinlerde kökleşmiş, bencilliğe dayanan bir kavga. Sonra zihnimde çarpuk çurpuk düşünceler belirdi – bana ait değillerdi, ben yaratmamıştım onları, bağım bile yoktu; sizi üzerine eğilmeye zorlayan karanlık su gibi sinsi ve cezp edicilerdi.
Bu düşüncelerden biri cinayetti. Ancak bunu Jud’un elinden çıkan korku dolu bir esermiş, adı konmamış bir dehşetin sonuymuş gibi algılamıyordum. Meraktan kaynaklı biraz ışıkla, bir zamanlar irademe ait her şeyin durmadan yok olmasıyla bunun mümkün olduğunu hissediyordum.
Böylece örtünmüş adam ayağa kalktı, insan eti rengindeki örtüsünün altından gözlerini bana dikerek, süzülür gibi uyuyan yolcuya yöneldi. Bir eliyle onun boynuna sıkıca bastırdı ve aynı anda, açılan ağzına ipek bir gaz bezi tıkadı. Çığlık atmayı ne dert ediyor ne de istiyordum. Ama yanıbaşlarındaydım, ve tasa içinde olanları izliyordum. Örtünmüş adam, çeliğinin merkezi ufak bir çizgiyle oyuk, ince uzun bir Türkistan bıçağı çıkardı, koyun kurban eder gibi onun boğazını kesti. Kan fileye kadar sıçradı. Bıçağı sol taraftan, sert bir vuruşla kendine çekerek saplamıştı. Gırtlak bir karış açılmıştı; lambanın siperini kaldırdı, kızıl yarığı gördüm. Sonra adamın ceplerini boşalttı ve ellerini kan gölünün içine daldırdı. Bana doğru geldi, ben hiç karşı gelemeden, uyuşuk parmaklarımı, tek bir çizginin kıpırdamadığı yüzümü kana buladı.

Örtünmüş adam, üzerindeki örtüyü fırlattı ve hızla paltosunu üzerine geçirdi, bense o sırada, katledilmiş yolcunun yakınında, hareketsiz oturuyordum. O korkunç kelime [katledilmiş] beni etkilemiyordu – derken bedenimin desteksiz kaldığını hissettim, düşüncelerle dolu, sisin içinde yitmiş irademi geri çağırmaya isteğim yoktu. Gözlerim yapışık, tükrüğüm ağzımın kenarlarından taşmış, boynum kurşun bir elle sıkılmış gibi kaskatı, şafağın gri aydınlığında, trenin hareketleriyle sarsılan bir cesetle yapayalnız olduğumu gördüm. Son derece tekdüze, kıraç, düz bir arazide ilerliyorduk, seyrek ağaç kümeleri şuraya buraya serpilmişti, - tren, sabahın taze havasında yankılanan uzun bir sirenden sonra durduğunda, kan pıhtılarıyla çizgi çizgi olmuş yüzümle, alık bir halde kapıda göründüm. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder