9 Mayıs 2020 Cumartesi

Eugène Mouton - Tarih Teleskobu


Eugène Mouton (Mérinos*)
L’Historioscope
Fantaisies başlıklı seçkiden
Charpantier
1883


TARİH TELESKOBU

« Paris, 19 Mart 1881


« Saygıdeğer Beyefendi,
« Sonsuzluk Mecmuası’nı düzenli takip eden bir okur olarak, “Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında canlı yılan balığı ticareti bakımından Asurluların Etrüsklerle ticari ilişkileri” hakkında yayınladığınız takdire şayan çalışmanızı ilgiyle, bir o kadar dikkatle okudum.
« Doğrusu, Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarının çok daha öncesinde bile, o sıralar Fırat kıyıları hayli bayındır ve işlek olan imparatorluk ile Etrürya yerlileri arasında önemli, çeşitlilik bakımından zengin ticari ilişkiler olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Bu konu hakkında Eugibine Tabletleri de galiba gözünüzden kaçan bir pasaj içermekte, yine bu pasaj, Etrüsk toplumlarında yılan balığının hiyeratik karakterine faydalı bir ışık tutar. Herhalükârda, son derece isabetle sizin de ortaya koyduğunuz üzere, bu ticaret, olağanüstü gelişimini ilkin Amel-Marduk’a ikinci olaraksa (kardeşinin planlarını sürdürmekten başka bir şey yapmayan) Neriglissor’a borçludur.
« Ben de sizin gibi bu dönemi (İ.Ö.) 3697 ve 260 yılları arasına yerleştirmek gerektiği kanısındayım, bence de daha dar bir zaman aralığıyla kestirimde bulunmak, gözüpekçe ancak iyi tartılmamış bir davranış olurdu. Babillilerin Etrüsklerle Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında aktif bir canlı yılan balığı ticareti yaptıklarını öğrenmek bile oldukça önemli; bu nedenledir ki Babil imparatorluğunun son derece karanlıkta kalmış tarihinin bu mühim noktasını aydınlattığınız için bilim dünyası size büyük minnet borçlu.
« Yıllardır kendince tarihî araştırmalara adanmış biri olarak, sizinle iletişime geçmekten sevinç duyarım; ayrıca ilginizi çekerse, sadece Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında Asurlular ve Etrüskler arasındaki yılan balığı ticareti bakımından değil, genel biçimde, evrensel tarihin istisnasız her olayı hakkında elimde bulunan belgeleri sizinle paylaşmak, inanın benim için büyük bir zevk olacaktır.
« Her gün sabah beş ve üç arası beni evimde bulabilirsiniz: asla dışarı çıkmam ve neredeyse hiç uyumam.
« Yakında gerçekleşmesini umduğum ilk ziyaretinizin ümidiyle, Beyefendi, lütfen en derin saygılarımı kabul buyrun.
« Tüm samimiyetimle,
                                  daima hizmetinizdeyim.
« JOSEPH DURAND (de Tarne-et-Garonne)
« Pek çok ilim cemiyetinin üyesi,
Anglais Caddesi No 14. »

•••

Joseph Durand (de Tarn-et-Garonne)…
Ama nasıl! Tüy kalemimin ucu, başdöndürecek kadar uzak bir geçmişte, olağanüstü kralların saltanatlarında yaşamış iki fantastik halk arasındaki yılan balığı ticareti meselesi için damla damla akıttığım mürekkeple hâlâ ıslakken… Demek ki konumu sahiplenecek bir Joseph Durand (de Tarn-et-Garonne) olması gerekiyormuş!
Bu mesele… Bana- sadece bana ait, çünkü onu ben ortaya attım. Güneşin altında değişen bir şey yok, aynı şey tarih için de geçerli. Eğer bilim, mekanik yöntemleriyle, gençliğin onca asırdır genel-geçer yalanlarla beslenmek, soylu hataları lıkır lıkır içmek için başına gittiği pınarı kurutmayı başarırsa insan ruhu ne hale gelir?
Durand (de Tarn-et-Garonne) bir rezil…
Ancak, Avel-Marduc ve Neriglissor saltanatları ile ilgili belgeleri olduğunu iddia ederken sözünden emin gibiydi, bu yüzden kendimi biraz yatıştırıp şöyle bir düşündüm. Ayrıca şu Babil’in yılan balıkları meselesi, aramızdaki, benim biraz yüzeysel yaklaştığım mesele, Enstitü’nün kapılarını bana açabilirdi!
Böylece, geçen hafta güzel bir sabah, Anglais caddesi 14 numaranın önünde boy gösterdim, kapıcıya ömrüm boyunca hafızamdan asla silinmeyecek şu sözleri söyledim:
“Bay Joseph Durand (de Tarn-et-Garonne) burada mı acaba?”
Kapıcı beklenmedik bir soruyla karşılaşmış gibiydi, bana sürpriz ve acımayla karışık, hayli tuhaf bir bakış attı.
“Bay Joseph’i mi görmek istiyorsunuz?”
“Joseph Durand.”
“Joseph Durand?”
“De Tarne-et-Garonne.”
“De Tarne-et-Garonne? Evet burası. İkinci avluda, dipte soldaki merdivenden beşinci kat, koridorun sonunda.”
İlk avluyu geçtim, ve ikincinin sonunda, tasvir etme zahmetine girmeyeceğim -çünkü tarif edilemez- bir evin dış cephesine kurulmuş parmaklıksız bir merdiven gördüm. Her an yıkılacağa, her adımda sallanacağa benzeyen devasa merdivenin tekinsiz görünümüne aldırmaksızın, mümkün mertebe ağırlığımı vermeden çıkmaya koyuldum, temkinli, hayli zahmetli bir tırmanıştı, ve sonunda koridorun sağlam zeminine adım attım, oyalanmadan çalmak üzere kapının önüne geldim,  şu kelimelerin yazılı olduğu bir kartvizit çakılmıştı:
JOSEPH DURAND (de Tarn-et-Garonne)
Edebiyatçı

Fışırdama, iç çekme arası bir şeyler sonra da kenara itilen sandalye sesleri duydum, bunların üstüne de törpü gibi zemine sürtülen ayakkabı tabanları… Böylece “Bay Joseph Durand (de-Tarn-et-Garonne)’ın gösterisini gözlerim önüne seren” kapı açıldı.
Gösteri diyorum: zira buna gösteri denir, hem de hiç sıradan olmayanından. Altı ayak[1] boyunda bir adam hayal edin, çivi gibi ipince, horoz gibi kırmızı, kafa öne düşük, omuzlar ayrık, ağız fırın gibi açık, kaşlar yarım daire biçiminde kalkık, ayrıca eğilip bükülmelerde, en beceriksiz ve tuhaf reveranslarda iç içe geçmekte.
Bu uzun gövdenin tepesinde yumruk büyüklüğünde, kuşku ve kararsızlık içinde bir surat, haşlanmaya başlamış kızıl bir elmayı fazlasıyla andırıyordu; her yönde, koşut ve çapraşık sayısız çizgi ile kırış kırıştı, alnı hariç, pek sıklıkla deliliğe işaret eden dört ya da beş düzenli kıvrım, tekin olmayan bu grafiği enlemesine kesmekteydi. Eski püskü kumaşlar gibi içe çökmüş kuru yanaklar, Bay Durand’ın sözlerinin rüzgârıyla dalgalanıyor, diğer tarafta içerde, boş diş etlerinin olduğunu fazlasıyla belli ediyordu. Diş etlerinin keskin yüzü arada bir yanakların astarını sıkıştırıyor, dış yüzeylerinde çöküntüler, eskiden, güzel zamanlarda şüphesiz daha az pörsümüş bu yanaklardaki gamzelerin içler acısı birer karikatürü olan oyuklar oluşturuyordu.
Karakterin saçları ve verdiği şekil de suratından daha az acayip değildi. Mürekkep karası uzun saçları tirbuşon gibi kıvrılmıştı ve içlerine yedirile yedirile kremle parlatılmışlar, kafanın etrafında salkımlar halinde sarkıyorlar, kafatasının tepesinde en eski fildişinden daha düz ve parlak bir açıklığı ortaya çıkartıyorlardı. Eskiden sarı olan grilikte bir pantolon, kaz tüyü paketlerine bağlanan iki pamuk sicimle bacaklara tutturulmuştu; bu sicimler birbirinin aynı değildi, biri yeşil diğeriyse kızıldı. Hayli geniş, konçları gevşediği için ıstırap çeken çoraplara geçirilmiş ayaklar, eskilikten şekli şemali kaymış, sıyrık ve çiziklerle kaplı, yürek burkan yırtıklar açılmış terlikleri sürüklemekteydi. Bu fantastik giyim tarzının sahibi nihayet, çikolata rengi, ilmikleri pek çok yerden fırlamış triko yün bir yeleğin üstüne, altın düğmeli, peygamber çiçeği mavisi harika bir habitle[2] kostümünü tamamlamıştı, ki bu da bu paçavralar yığının üzerinde rüküşlük tarihinde görülmedik bir etki yaratıyordu: kesimi kusursuz, yenilikten parlayan, sol cebine tutturulmuş şu notun: Bay Durand, 142 frank hâlâ durduğu bir habitti bu.
Oldukça soğukkanlıydım, tuhaf eşyalar beni ürkütmekten çok gizli bir biçimde kendilerine çekiyorlardı: gizli çünkü saygın birisinin huzurunda bunu belli etmenin bedeli gözden düşmek olur. Yine de kabul etmem gerekir ki bu darbe beni iyi sallamıştı! Amel-Marduk ve Neriglisssor zamanlarında yılan balığı ticareti meselesi üzerine evinden çıkmak ve kızıl yeşil sicimler kuşanmış, kıvırcık saçlı, peygamber çiçeği mavisi habiti olan bir bilginin önüne düşmek, tam da nalları havaya dikip “hiçbir şeye şaşırmamak lazım” prensibini harekete geçirmeye karşılık geliyordu.
Karşımdaki adam ayrıca insan-üstü bir ırka aitmiş gibi geliyordu bana. Yaşlılık ve gülünçlük onda –nasıl denir- esrarengiz bir dilde, kargacık burgacık, okunması imkânsız harflerle çiziktirilmişti: hayli tuhaf bir şekilde çökmüş bu varlıkta, acının tığkaleminin epeyce keskin ve mahir, tek bir hareketle alınlara kazıdığı işaretlerden hiçbiri yoktu; canlıların yaşam seviyesinin çok ötesinde, dehşetengiz bir kuvvetin yolunun buralardan geçtiğini içten içe hissediyordum.
Yine de övünerek söyleyim ki felsefi baygınlığım kısa sürdü. Güzel mucize! diyordum kendi kendime; pekâla, işte orijinal bir tip, hepsi bu. Hatta böyle tuhaf bir kılığa girmesinde rol oynayan sebepleri bana açıklamaya kalksa, bu takıp takıştırmaya ait her bir parçanın kendi varlık sebebinin olduğunu, her birinin bir tasımın hatasız bir neticesi olduğunu bana göstermiş olurdu. En sevdiğim atasözünü unutmuş olamazdım ya: “Kardeşinin hareketlerini yargılamadan önce onun kalbi, [para] kesesi, sağlığı ne halde öğren.” Yani açıklanamayan şeyler, mustarip kişinin kıskançça bir özenle gözlerden sakladığı, bir dertle, yoksullukla yahut hastalıkla açıklanabilir!
Böylece şaşakalmışlığımdan sıyrılarak, elimin tek hareketiyle, bu bilinmeyenin dış görünüş perdesini aralamaya karar verdim; öncelikle onun çok nazik, iyi eğitim görmüş biri olduğunun ayırdına varmalıydım, zira beni karşılayış biçimi mektubundaki ifadelerden daha az incelikli değildi.
Bana yaklaştırdığı koltuğa oturunca artık önemli bir konu hakkında ciddi iki adam arasındaki görüşmeyi başarıyla hazırlayan, harika, iyi niyetli bir serinkanlılık hali içine girdim.
Bay Durand bir süre kafası kalkık, gözleri dalgın öylece durdu; sonra sanki zekasını kaplamış olabilecek son bir sis tabakasını dağıtmak içinmiş gibi elini alnına götürdü, bir gülümseme eşliğinde beni başıyla selamladı, sonra boyunbağından, ve Aziz Joseph’in hınklamasıyla karşılaştırılabilecek, gırtlaktan gelen bir iç çekiş çıkardı. Kâh burnunun ucunu kâh çenesinin altını okşayarak, aşağıdaki konuşmayı gerçekleştirdi:
“Tanımadığınız birinin davetini kabul etme nezaketini gösterdiğiniz için size müteşekkirim mösyö. İnsanları inatçı bilgisizliklerinden, iyice yerleşmiş budalalıklarından koparmak için yaptığım sayısız girişimde, en kuvvetli sebatı bile boşa çıkartacak düş kırıklıklarıyla, nafile çabalarla karşılaştım. Ancak hiçbir şey beni yıldıramayacak; son nefesime dek hakikatin zaferi için kavga verip mücadele edeceğim. Boşa çıkan onca çabaya rağmen hâlâ size başvurduysam, bu siz, tarih hakkında gerçeği söylemeye cesaret eden tek kişi olduğunuz, ve tarihin yararsız yönüne itiraz ettiğiniz içindir! Dolayısıyla bayım, sizden beni dikkatle dinlemenizi rica ediyorum, özellikle de sabırla, zira vereceğim hazırlayıcı bilgilerin muhakkak uzun olacağını sizden gizleyemeyeceğim, belki biraz anlaşılmaz ve şaşırtıcı da olacaklar. Ancak güvensizlik duymadan, itaatle beni izlerseniz, yani size göstereceklerimi, -ne dedim, görmenizi sağlayacağım şeyi- iyi kulak verin, hiçbir insan gözünün daha önce görmediği ve de,” diye ekledi derince iç çekip göğe bakarak, “sizden sonra hiçbir insan gözünün görmeyeceği.”
Sözün böyle başlaması gönlümü okşamıştı; finali ise hayli dokunaklıydı: kabul ettiğimi gösteren saygılı bir işaret yaptım, ve konuşmacının -sözleri gibi- uzun, ahenkli iç çekişine uygun bir şekilde, ikna olmuş bir dinleyiciye özgü hoşgörülü bir iç çekişle karşılık verdim. Bu adama doğru sürüklendiğimi, zihnime az sonra hâkim olacağını hissediyordum:
“Ancak her şeyden önce, umduğum üzere, sürekliliği olacak bağımıza güvenilir bir temel atmak için, öncelikle bayım, sizi ruh halim hakkında bilgilendirmeliyim.”
“Ruh haliniz,” diye yanıtladım şaşkınlıktan hafif değişmiş bir sesle, “inanın, son derece ilgimi çeker. Büyük… bir zevkle, bu konuda iletmek istediklerinize kulak vereceğim. Söyleyeceklerinizin bana fayda sağlayacağından eminim.”
“Pekâlâ bayım, ruh halimi anlamınız için tek kelime yeterli: ben deliyim.”
Oturduğum yerde hafif irkildim, beni kapıdan ayıran mesafeyi göz ucuyla ölçtüm, tek sıçrayışta tabanları yağlamak için tüm gücümü toparladım, gedikli bir tezkanmazın en tatlı gülümsemesini takınıp şöyle dedim:
“Sahi mi, mösyö!”
Ancak durumu çakmıştı: elini uzatıp omzumu tuttu, bana ciddiyetle baktı ve şöyle dedi:
“Yoksa yanıldım mı? Demek siz de, öyle mi?.. Çalışmaları bağımsızlığıyla öne çıkan sizin gibi bir düşünce adamı, buraya gelmeyi vakit kaybı olarak mı görüyor?
“Bilgin ya da deli olmam, söyleyeceklerimin aklî bozukluktan ya da dehadan ileri gelmesi sizin için fark etmiyor öyle mi? Vazo çatlakmış, likör iyiymiş ya da kötüymüş umurunuzda değil mi? Çok yazık mösyö… Siz de insan zihninin ürettiklerini kısım kısım akla ya da deliliğe ayırıyorsunuz… Oysa bunlar, hekimlerinizin, filozoflarınızın icat etiği hayali birer kategori. Karton kutuların gözlerine, şuraya incir kurularını buraya erik kurularını, şuraya badem şekerlerini buraya nane şekerlerini dağıtmayı bakkallarla tatlıcıların usta ellerine bırakın: tabiatın bu gülünç sınıflandırmaları umursadığını mı sanıyorsunuz? Tabiat incir, erik, badem yaratır ve bunlar yaşam ve tazelik doludur, insan bunlardan kuru meyve ve şekerleme yapar, ki bunların evrensel biyolojinin kanunlarıyla hiçbir ilgileri yoktur. Aynı şey fikirler için de geçerlidir: doğru veya yanlış, gerçeğe yakın yahut akıldışı olsunlar, hepsi insan dehasının eserleridir; ve başlıca çılgınlık, sadece canlı bedenler için geçerli olan ve onları yöneten kanunlardan alınan ayrıcalıkları fikirlere uygulamaktır.
“Hayır bayım, bu dünyada olgular ve eşya bir tarafta, fikirler ise başka taraftadır: tasımlara, sınıflandırmalara, sistemlere gelince, bunlar dumandan farksızdır, ve bu dumanların türlü renkleri vardır, kabul etmeliyim ki şurada burada bu dumanların içinde tek tük ışıltı belirir, bazen de bayramlarda birden bire ani bir parıltı, ama yapay olanından: her halde tüm bunlar bir bulut gibi dağılıp gider, ışık gibi, sönüverirler ve gecenin karanlığı, bir anlığına ışımış aklın üzerine kapaklanır.
“Ancak eşya ve olgular, olduğu gibi kalan, dokunan elin yahut gören gözün insafıyla değişmeyen bunlardır… Sizi belli bir hakikate ulaştırmam için, hezeyan ve delilikten geçmeniz gerekse, bundan şikâyet eder miydiniz?”
“Bayım,” dedim ilgiyi kestiğimi gösteren bir edayla yerime yerleşirken; “son derece ilgimi çekiyorsunuz, emin olun dinliyorum sizi. Doğrusu akıl ve delilik arasındaki ayrımın sanıldığı kadar belirgin olup olmadığını kendime hep sormuşumdur, hakikate doğrudan, akıl yolu ile değil akıldışılıkla ulaşılabileceğini gösterirseniz, inanın üzerimden büyük bir yükü kaldırmış olursunuz.”
“Meseleyi daha açık bir biçimde ortaya koyabilmem mümkün değil,” diye cevapladı beni. “Bayağının saçmalamak dediği şey, başkalarının tersine akıl yürütmek, onlardan başka şekilde davranmak ya da düşünmek: işte böyle delirdim. Kulübesinde pinekleyen kapıcımdan, çatılara tüneyen hizmetçime varana dek evdeki herkes beni has bir deli yerine koyuyor, buraya gelen insanların baktığı gözlerden farklı bir gözle bakmıyorlar bana. Ve siz de…”
“Bunu anlıyorum! Kapıcı bu yüzden beni garip garip  süzmüş olmalı!”
“Görüyorsunuz ya! Tam da dediğim gibi!.. Neyse, boşverin artık... Bırakalım sersemler, sersemlik yapmaya devam etsin, ve biz de meselemize gelelim. Başlangıç olarak, işte, yılan balığı mevzusu ile ilgili olarak, Eugubine Tabletleri’nin fotoğrafa aktarılmış metinleri, hatırlarsanız en önemli kısımlarına dikkatinizi çekmiştim: rahat rahat çalışmak için bunları yanınızda götürebilirsiniz; ancak şimdi size açıklayıcı ve kesin bir sonuca götürecek çok daha başka belgeler sunacağım. Ama öncesinde, size göstereceğim bu gerçekleri keşfetmemin yolunu açan düşünce ve çalışmaların zinciri hakkında sizi bilgilendirmem gerek.
“Bizlere tarihin ne koşullarda anlatıldığı üzerine hiç kafa yordunuz mu? Kendim için şunları söyleyebilirim: daha eğitimimin ilk yıllarından itibaren, geçmiş hakkında anlatılanlar karşısında, kimi portreler karşısında hissettiğimize benzer bir rahatsızlık hissediyordum: bir burun, ağız, gözler, gövde görürsünüz ama bunun bir insanı temsil etmediğini hissedersiniz: çünkü portre sadece gerçeğine benzemeyen bir görüntüdür; özellikle de yaşam ve gerçekten yoksun olduğu için.
“İşte bunu tarihsel pek çok tablo karşısında hissettim, hem de olaylar günümüze yakınsa daha güçlü bir biçimde: ve sonunda bunun nedenini keşfettim. Doğrusu, olaylar günümüze ne kadar yakınsa, tarihçinin görüşleri, tarihsel olayları yorumlamakla daha alâkadar, hatta bunu üstlenmekle. Ve bunları yorumlamak ve doğalarını, özlerini değiştirmek arasında kısa bir çizgi var.
“Esasında tarihte iki yöntem vardır: olayları, bunlardan daha önceden dile getirilmiş sonuçlar çıkartarak değerlendirmekten ibaret olan ilki ve, özellikle öngörülmüş fikirlere üstün gelmesinde karar kılınmış, bu fikirlerin doğruluğunu göstermek için olayları düzenleyen hatta gerektiğinde uyduran ikincisi. 89 İhtilalini Jean Huss’la başlatan Louis Blanc ve Napolyon tahttayken XVIII. Louis saltanatını anlatan P. Loriquet arasında seçim yapmakta, dürüstlük açısından baktığımda,  iyi bir yan göremiyorum… Şüphesiz ikinci yöntem ilkine göre daha açık yürekli ve mantıklı, ancak birinin diğerine pek de yeğ olmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.
“İnsanın el atıp değiştirdiği geçmişteki herhangi bir olayla ilgili başlıkları yeniden oluşturmak için hangi belgelere başvurulabileceğini araştırırken tarihî her çalışmanın, kimi muğlaklıklar ve hayali eklemeler ile beraber önceki çalışmaların birer kopyası olduğunu gördüm.
“Bu üzücü kanıya ulaştıktan sonra, kendime şunu söyleyecek duruma geldim: insanoğlu, tarihi ancak sonradan görmesi sağlandığında tarihi bilmekle övünebilirdi, anlatı ya da hikâyelerde değil, kendi gerçekliği içinde.”
“Doğrusu,” dedim gülümseyerek, “tarihin ideali bu olmalı. Ancak olaylar ortaya çıktıkları gibi yok olmaya da yüz tutar, hatta vuku buldukları yerde görünür izleri bile kalmıyor.”
“Sizinle aynı fikirde değilim,” dedi Bay Durand. “Olaylar meydana gelirken, fikirlerde olduğu gibi, pozitif, yıkılmaz bir nitelik kazanırlar; fikirler gibi onlar da, dünyaya yelken açarlar, kâh uzamda bilinmeden süzülür, kâh insanların hafızasında dolaşıp geleneklerde yer bulurlar. Yine fikirlerden aşağı kalmayacak kadar ölümsüzlerdir, asla ölmezler ve evrensel ruhun hazinesi, sürekli birikip büyüyen bir kalıtımla onlardan beslenir. Yani bir yerlerde varlardır, belki her yerde; kökenleri ne olursa olsun, zamanın onları taşımayacağı kadar uzakta olsalar bile… İsterseniz tüm evreni onlara kafes kılın, zaten oradan asla çıkmayacaklardır: ben de kafeste olduğuma göre, onlara neden ulaşamayayım?”
“Düşünce yoluyla, galiba bunu başarabilirsiniz; ancak deneyim ve duyum olmadan…”
“Haklısınız… İtirazınızı anlıyorum… Ancak buna değmeliydi, zira ben de aynı sizin gibi düşünüp, yirmi beş yıl kadar çalışmalarıma ara verdim…”
“Nasıl yani!” dedim, şaşkınlıkla sesimi yükselterek, “bu itirazın aksini ispat mı ettiniz?”
“Evet,” diye yanıtladı, tok bir sesle, “yirmi beş yıllık meditasyon ve çileden sonra, aksini ispatladım, ışık dalgaları teorisi sayesinde.”
“Işık dalgaları teorisi mi?”
“Evet, bayım.”
“Ancak bu teorinin tarihi olaylarla ne ilgisi olabilir?”
“Gören gözlerle, görülebilir her fenomenle ilgisi var. O, baktığınız düzlem ve onun yarattığı izlenimi algılayan zekânız arasına yerleşir. Bu bağıntıya ne denir? Görüş.”
“Ancak görüşün işlemesi için gerçek bir objeye ihtiyaç vardır.”
“Ben de size olayların gerçek objeler olduklarını söylüyorum.”
“Geçmiş olaylar da mı?”
“Geçmiş olaylar bile, size bunu kanıtlayacağım.”
“Aydınlanan, ışığın dokunduğu bir objenin, yüzeyinin her noktasından, doğrular halinde çoğalarak gözün retinasına dek, objenin görünümünü oluşturan ışık dalgaları yaydığını biliyorsunuzdur, öyle değil mi?”
“Evet biliyorum.”
“Demek biliyorsunuz: Güzel! Peki gözlerinizin yakaladığı noktadan sonra bu dalgalara ne olduğu hakkında fikriniz var mı? Görüş esnasında size özel algılama biçiminiz bu dalgaları durdurmaz, ve üstelik bunlar yollarına düz bir çizgi halinde devam ederler.”
“Sonsuza dek ilerlemiyorlardır herhalde… Işık geçirmez bir kütle ile karşılaştıklarında, yolları kesilmiş olur ve ışık geçirmez kütlenin ardındaki göz onları algılayamaz.”
“Peki yolları kesilmezse, nereye kadar gidebilirler sizce?”
“Yayılacak uzam buldukları ölçüde ilerleyecekleri muhakkak.”
“Ve ayrıca,” diye devam etti Bay Durand, “ışık saçan her obje, bir engelle karşılaşmadığı sürece, düz bir doğru halinde sonsuza dek ışık dalgaları yayıyorsa, şunu anlamalısınız ki, ta en başından beri dünyada var olmuş her şey, geçip gitmiş, bir saniyeliğine bile olsa, görünmüş her şey, yerin atmosferini aşıp, gezegenler-arası boşluğa uçan görüntüler yaymıştır.
“Sizce uzay boşluğunda ne yapıyorlar? Hareketsizler mi? Hiçbir şey onları durduramamıştır. Algılanmaz hale gelmiş olabilirler mi? Ama hiçbir şey onları ufalamamıştır. Bu görüntüler, boşluğun içindeler, onlara serbestlik sunan, nötr bir boşluğun.
“Yani boşlukta ilerliyorlar, yerin atmosferinden çıktıklarında sahip oldukları ebatlara değişmeksizin sabitlenmiş olarak. Sonsuzluğa doğru, yollarından hiç sapmadan, onları uzaya götüren düz çizgiyi takip ediyorlar. Eşyaları, tüm değişimleriyle, canlı varlıkları ise tüm eylem ve hareketleriyle.
“Göğe bir bakın, eğer bakmayı biliyorsanız, orada boşluktan boşluğa, derinliklerden derinliklere, tüm varlıkların görüntülerini, ışığın aydınlattığı her olayı göreceksiniz, yeryüzünde zamanın başlangıcından itibaren her şeyi.”
Bay Durand, dikkatimi iyice toparlamam için bir müddet sustu, başını öne eğdi, sonra sorgulayan bir ifadeyle bakışlarını bana çevirdi.
Kafam son derece karışmıştı, zira saçmalıklarına rağmen az önce duyduklarım zihnimi fazlasıyla meşgul etmeye başlamıştı: ne yaparsak yapalım, sonsuzluğun düşüncesi bile kalbimizin çarpış hızını arttırmıştır.
Bu zavallı adamı, acımasızca kırmamak için rastgele bir itirazla yetinmeye karar verdim.
“Fakat,” dedim ona, “eğer bu görüntüler, objelerin bu yansımaları, yerin yüzeyinden uzaya, hiç durmadan düz bir doğruyu takip ederek yükseliyorlarsa, yerkürede bir noktanın sadece yaydığı son ışık görülebilir: dolayısıyla aynı yönde kendinden önce gidenlerin görüntüsünü kapatır, bu sonuncu görüntüyü görebileceğimizi kabul edebilirim, ancak kendinden öncekilerin görünmesine engel olacaktır.”
“Ama…” dedi gülümseyerek, “unuttuğunuz birkaç küçük husus var: öncelikle dünya bir eksen etrafında döner, ancak kendi etrafında döndüğü için topaçın dönüşüne benzer biçimde, bu eksen üzerinde salınımlı bir dönüşe sahiptir; ayrıca güneşin etrafında bir elips çizer; son olarak da tüm güneş sistemi hep birlikte belli bir yönde hareket eder. Oysa dünya uzayda döndüğü, yer değiştirdiği ve salındığı içindir ki yaydığı bu ışık dalgalarının her biri birbirine teğet nice açıdan atmosferden ayrılır, şenlik fişeğinin çarkıfeleğinden sıçrayan kıvılcımlar gibi, ne kadar uzaklaşırlarsa araları da o kadar açılır. Bu teğet doğrular, yerden çok az uzaklıkta, çakışmayıp ayrı yollar tutturacak kadar yeterli alana sahiptir, ve tek yapılması gereken gözlem noktasını, halen ışık dalgalarının kesiştiği alanın ötesine taşımaktır. Açı ölçümünü ilgilendiren basit bir mesele, önemsiz bir detay.
“Fakat,” dedim kafamı sallayarak, “diyelim ki böyle, ancak başka bir itirazım daha var ve üstesinden gelebileceğinizi pek sanmıyorum. Bu görüntüleri gözlemlemek için,  o an vardıkları noktanın ötesine ya da öncesine yerleşseydiniz, hemen gözlerinizin önünde oldukları ve retinanıza yansıdıkları için bunları görebilirdiniz: ancak burada, onların kapladıkları mekânın gerisindesiniz, bakışlarınızla karşılaşmak için yollarını değiştirmeyeceklerdir.”
“Kesinlikle haklısınız,” dedi bana: “Ancak unuttuğunuz şeyler var. Öncelikle, sadece gözlerimizin önündeki nesneleri gördüğümüz doğru değil. Göz ve görülen nesne arasındaki karşılıklı oluş koşulu sandığınız kadar mutlak mı sizce? Hadi öyle diyelim, peki ya, görüntüler, tesadüfen, onları yansıtacak, yollarını enlemesine kesen, yani onları bana geri gönderecek bir ekranla karşılaşsalardı, geri dönmezler miydi?”
“Yapmayın ama! Oraya kadar gitmenizdense ekranı yeryüzüne yerleştirmek daha zahmetsiz olurdu, ve ayrıca, görüntüleri görmeniz de daha kolay olurdu elbette, fakat…”
“Fakat demeyin, olan ortada.”
“Gezegenler-arası boşlukta bir ekran!” dedim şaşkınlık içinde, “uzay boşluğunda bir ekran!”
“Ona boşluk diyemeyiz, kendine özgü doğası olan bir alan demek daha doğru olur, hatta bir nevi akışkan olduğunu farz edebilirsiniz, öyle ya da böyle bir şeyler içeriyor, o yüzden buna yokluk değil boşluk diyoruz. Bu içerik, herhangi sebepten ötürü herhangi çeşitliliğe ulaşabilir.”
“Ancak her halde, burası geçirgen bir alan, ve doğasında ışığa geçiş izni vermek var: bir görüntüyü nasıl yansıtabilir?”
“Nasıl mı? Gözlerimizin önünde her gün, hava onları yansıtıyor.
“Ayrıca serabı unutuyorsunuz. Lütfen söyler misiniz bana, gerek yerde gerek gökyüzünde, bu görüntüler, bu tablolar, yolcuların gözünde nasıl bu kadar bütünlüklü yanılsamalar yaratabiliyor? Sıcaklığın hava katmanlarında neden olduğu ışık kırılmaları ve yansımalarla. Herhalükârda eterin** doğasını ve kendine has özelliklerini sandığımız kadar bilmiyorsak, en azından gök cisimlerinin ışıklarının ve güneşin sıcaklığının eterin özdekinden geçebildiğini biliyoruz, çünkü bize ulaşıyorlar: peki bunlar neden atmosferimizde ortaya çıktığını gördüğümüz seraplara benzer optik görüntüler meydana getirmiyor?
“İşte sorunuza geldik, gözlerinizde yeniden canlanmak için şeylerin görüntülerinin gideceği ayna işte bu!”
“Bu bir varsayım,” dedim bir heyecanla…
Bay Durand ayağa kalktı, üstünlük taslayan bir el işaretiyle, arkasında kalan kapalı bir kapıyı gösterdi:
“Düşüncelerinizi iyi savundunuz, mösyö,” dedi bana, “ne kadar zayıf olsa da insan aklının hakikate cesaretle direnmesini görmek güzel, kedinin önünde arslan kesilen bir fare gibi. Hakikat: çünkü varsayım sözkonusu değil, ortada bir olgu var ve bunu göreceksiniz. Lütfen beni takip edin.”
Kapıyı açtı, kendimizi tuhaf şekilde aletlerle dolu büyük bir laboratuarda bulduk, tezgâhı andıran genişçe bir masanın üzerine eğilmiş saçları ağarmış bir işçi varlığımızdan habersiz harıl harıl çalışıyordu.
“Burası benim laboratuarım,” dedi Bay Durand. “Bu emektar işçinin yardımıyla, var olmasa az önce size bahsettiğim her şeyin safî rüyadan ibaret kalacağı aygıtı, burada yaptım.” 
"Şurada bir Bünsen pili görüyorsunuz, içinin boşalması bir anda yirmi binlik bir orduyu yok eder. İşte bu cihaz sayesinde hesaplanamaz bir kuvveti olan ışın kırıcı bir madde elde ettim.
"Buradaki ozonla çalışan bir aygıt; diğer taraftaki ise gazı sıkıştırma aygıtı, Picte’den.
"Bilinen ışın kırıcı tüm özdekleri kullandıktan ve başarısız olduktan sonra, sıkıştırılmış gazların aradığım maddeyi bana sağlayıp sağlamayacağı sorusu aklıma takıldı. Bu yönde bir şey bulamadığımdan, az kalsın cesaretim kırılacaktı, ta ki bazı bilinmedik olaylar dikkatimi elektrik cenahına çevirinceye dek: heyecan ve coşkuyla bu alana hücum ettim.
"Araştırmalarımın devamını size açıklamam hayli uzun sürer, ancak bunların vardığı sonuç gösterdi ki elektrik hiç de bir kuvvet ya da akışkan, yahut görüngü değil, bir gazdı, ve bu gaz, ozon etkisiyle bastırıldığında, kalıcı bir biçimde katılaştırılabilirdi.
“Bu haldeyken elektrik bilinen her cevherden bin kat daha yoğun bir madde meydana getiriyor, ve aynı zamanda, en iyi flint glassdan kat kat saydam. Oysa kırılma bir ışının, ışın kırıcı maddenin molekülleri içinden geçerek yolunun sapmasından başka bir şey değilse, elektrozonun -bu adı buldum- sonsuz sayıda moleküle sahip olduğundan, hesap edilemeyecek güçte mercekler sağlayacağını anlamakta güçlük çekmeyeceksinizdir.
“Ayrıca vücuda getirdiğim bu en mükemmel cihaz, eter görüntülerini yirmi milyon kat fazla büyütüyor: ancak bu yeterli değil, örneğin, Leonidas’ın askerlerinden birine Thermopylae’de bir kayaya kazıttığı yazıtı okumama izin verecek bir gözlük elde etmeyi umuyorum. Ama buna daha çok var, bildiğiniz gibi, çok eski bir tarih bu.
“Şimdi bayım, hayatınız boyunca hayal edemeyeceğiniz bir gösteriyi izlemeye hazır olun.
“Ayrıca şunu size önceden söylemeliyim ki aygıt, sadece gözle seçilmesi mümkün bir görüş sunuyor, geceleyin yahut hava kapalıyken vuku bulan, gayet tabiidir ki dışa doğru herhangi bir ışık yayılımı gerçekleştiremeyeceğinden… Aynı şey bizim yarıküremiz sınırları dışında gerçekleşen olaylar için de geçerli, ışınlar sadece uzayın o yarımküreye karşılık gelen kısmına yayıldığı için.”
Bu sözlerle birlikte laboratuarın sonunda başlayan bir döner merdiveni tırmanarak beni terasa çıkardı, burada çok sayıda göz açılmış döner bir kubbenin altında, gökyüzüne doğrultulmuş, halatlar ve makaralarla yükseltilmiş silindirik bir alet gördüm.
“İşte burada,” dedi mucit, “işte

TARİH TELESKOBU!

XV. yüzyıla doğrultulmuş vaziyette: tek yapmanız gereken okülere bakmak, her şeyi sanki oradaymışsınız gibi göreceksiniz.”
Mucize tam tamına karşımdaydı! Dürbünün görüş alanında, bir tiyatro sahnesindeki oyuncular kadar seçiklerdi, devasa yapılı, saçı sakalı uzun, vahşi görünümlü adamlar, hayvan postları, korkunç silahlar, altlarında ezilen, yeleleri yalayacak kadar yere yakın küçük atlara binmiş, uzaklarda büyük bir yangının alev ve dumanlarının tüttüğü geniş bir ovada, gözleri dönmüş, dörtnala gidiyorlardı. Başlarında, sıçrayıp zıplayarak su birikintilerini, kayalıkları, tomrukları aşan, burnu arslan burnu ucu gibi toparlak, devasa bir adam peşisıra onları sürüklemekteydi, bir elinde koca bir kılıcı diğer elinde, diken uçlu altı demir topu olan yine koca bir topuz sallıyordu.
“Yüce Tanrım!” diye bir çığlık kopardım, dehşet içinde geri çekilirken. “Bu insanlar da kim?”
“Bakın şu işe!..” dedi Bay Durand dürbüne bir göz attıktan sonra, “iyi başladınız! İlk deneme için hiç de talihsiz sayılmazsınız: tarihin en korkunç figürlerinden birini görüyorsunuz; onun tam da ipini iyice kopardığı zamanlarına şahitsiniz, zira savaşta gözlerinden ilkini kaybedeli henüz on beş gün oldu, öfkesinin doruğunda çünkü en iyi arkadaşı Jean Huss’u diri diri yaktılar.”
“Ne!? Bu Jean Ziska mı?”
“Ta kendisi! Yoksa inanamadınız mı? Yüzü vahşi bir hayvanı andırıyor… Ama yakışıklı da! Peki ya Bohemyalılar! Hah işte! İşte adamlarına böyle deniyor: insan yüzü değil bunlardaki, ya siz ne düşünüyorsunuz? Şuna bir bakın, açgözlü, katır kutur bir şeyler yiyor, kafa küçük bir çocuğun kafası, hatta ana karnından vaktinden önce alınmış gibi! Şunları izlemek boğa kavgası izlemekten daha ilginçtir, öyle değil mi!”
“Harikulade!” dedim, gözümü cihaza yapıştırırken.
“Devam edin, devam edin; daha görecekleriniz var!”
Tekrar gözlemeye koyuldum.
“İşte yine karşımızda, Taurkand Dağı’nda kendini savunuyor… Diğer gözünü de oyuyorlar… Öfkesi iki katına çıkıyor… Bir geçit buluyor… Devam edin, devam edin… Ve yine bir zafer… Bir ikincisi… Derken üçüncü ve dördüncü… Sigismond onunla anlaşmak zorunda kalıyor. Bohemya kral naibi Jean Ziska!..”
İzlemeye devam ediyordum. Jean Zizska aniden kayboldu.
“Artık onu göremiyorum,” dedim Bay Durand’a.
“Bakmaya devam edin.”
“Bir kapı paneli görüyorum, tepesine beyaz bir haç çakılmış.”
“Öldü. Az önce derisini yüzdüler. Bu onun derisi. Güneşte kurutup davula gerecekler, çünkü savaşa yürüdüklerinde bu tılsımın işe yarayacağını düşünüyorlar, Bohemyalılar daima muzaffer olacaklarına inanıyor. Bakın, biraz ileride, düşmanı bozguna uğratıyorlar: askerlerden birinin vargücüyle gümbürdettiği şu koca davul, işte o!”
“Çok güzel, ancak epey vahşice,” diyorum, “tüylerim diken diken oldu! Bana bu kadar korkunç olmayan bir şey gösteremez misiniz? Mesela… Kral Dagobert’i görmeyi çok isterdim! Oldukça popüler bir hükümdar!”
Böylece Bay Durand, dürbünü hafif çevirdikten sonra, uzun boylu, hayli zayıf bir adam gördüm; biraz kurnaz bir edası vardı, kızıl saçları omzuna kadar iniyordu, elma yeşili bir justaucorps[3] ve çikolata rengi dize kadar inen bir pantolon giymişti.
“Vay canına! Bu o mu? Tam da hayal etiğim gibi: geçimli birine benziyor.”
“Yaa, aldanıyor olmayasınız…. Biliyor musunuz, Saint-Denis papazlar meclisinin koruması olmasaydı, Kharon’un kayığıyla açılacağı anda iblisler ruhunu ele geçirirdi… Çarçabuk ulvi orduyu yardıma çağırması gerekti: korkunç bir çarpışma oldu, iblisler onu kollarından, meleklerse ayaklarından çekiştiriyordu, ve o öyle bir ipe tutunmuştu ki ruhu, halkı yoldan çıkartanların kızartıldığı tavada pişmeye gidiyordu. Saint-Denis’in cümle kapısına, tüm heybetiyle ne yontulduğunu görmemiş olamazsınız ya!..
“İlkin, gelenek görenekler bakımından, pek bir önemi yoktu: ne de olsa yaşlı bir çapkındı. Ayrıca çok da zalimdi.
“Ama iyi bir asker, iyi bir generaldi, üstelik sanatçıydı: sanatçılar ahlakın zincirlerini taşımaya zorlandıklarında ellerinden pek bir şey gelmez, ve bunun için onları yadırgamamak lazım: böyle şeyler daha çok burjuvalara göre.
“Böylece onu affettiler, çünkü akıllılık yapıp mimariyi ve kuyumculuğu iyi korudu.”
“Bayım,” dedim Mösyö Durand’a, “kafama takılan bir şey var… Bu hükümdarın giyim kuşamıyla, özellikle de en üste giydikleriyle ilgili… Merovenj hanedanlığı zamanında krallarımız, diz-üstü pantolonlarını[4] çikolata rengiyle astarlama ayrıcalığına mı sahipti?”
“Yoo hayır: Hozier’in ortaya koyduğu üzere, bu astarlama, tepedeki soylular söz konusu olduğunda, gök mavisi olmalıydı.”
“Oldukça tuhaf,” dedim ona, “o halde pantolonu yakışıksız, öyle değil mi?”
“Kesinlikle.”
“Peki o halde şansona ne demeli?”
“Şanson mu? Haa… Öncelikle şunu söyleyim ki, popüler tüm şansonlar gibi, ömür boyu çabalasalar da benzerini yaratamayacak, halkın içinden kişiler tarafından değil, dünyanın en iyi edebiyatçıları tarafından bin yıl sonra yapıldı, şansonun on sekizinci yüzyıl sonlarına ait olduğu kesindir.
“Anektoda gelecek olursak, gerçektir. Kesin denecek kadar gerçek, ve bunu tarih teleskobum sayesinde görebildim, evet Dagobert bir gün dalgın bir anında, diz-üstü pantolonunu ters giymiştir.
“Kraliçenin hizmetçilerinden birinin odasında bulunuyordu, ondan bir kordon dikmesini isteyecekti, gürültüler gelince, aceleyle diz-üstünü giydi ve hiç sağına soluna bakmadan ve ters giydiğini fark etmeden dışarı fırladı. Ve çıktığı anda, sarayın sonundaki atölyesine giden Aziz Eloi’nın üzerine yıkıldı. Bundan sonra da iki eski arkadaş arasında açık saçık fıkralar türedi, gayet doğaldır, ama o kadarla kaldı, bu basit olayın bu kadar dillenmesi ve gerçekten önemli bir hükümdarın saltanatı hakkında hatırlanan ilk şey olması tarihçilerimizin düşüncesizliğindendir.
“Hazır lafı açılmışken şunu da ekleyim,  Üniversite bu nahoş olayı sınav müfredatlarına almakta neden ısrar eder anlamıyorum.”
Bunu söyledikten sonra Bay Durand, tarih teleskobunun kadranını hafifçe oynattı, dürbüne tekrar bakıp şöyle dedi:
“Buyrun bayım, sanatçıları seviyorsanız, en dokunaklı, heyecan verici sahnelerden biri, deha ve sanatın tarihi hakkında herhalde daha iyi bir örnek veremem size.
“Floransa’dayız. Benvenuto Cellini Perseus’u henüz bitirmiş. Kalıbı, kendi elleriyle yapma zahmetine girdiği bir fırına sürmüş.
“Şuraya bakın, sarayın sağ tarafına, şu hangara. Çatıdan yükselen parlak kırmızı dumanı görüyor musunuz? İşinin ehli şu dört beş delikanlının habire odun attığı, ateşten kızarmış şu fırın ağzını? Bakın, alev katlanarak büyüyor, şöminenin tepesinden adeta dilini uzatmakta. Tuğlaların arasındaki çatlaklardan, ateşe direnen katı kütleyi görebiliyorsunuz, öyle değil mi?
“Sonra birden bire koca fırının ortasında her şey duruluveriyor. Metal erimiyor, alaşımda eksiklik var: birkaç dakika daha sonra, ustanın, kalıbının içinde parıl parıldayan şaheseri, yok olacak!
“Delikanlılar hareketleniyor, yakarırcasına kollarını göğe açıyorlar.
“Sonra afallamış gözlerle, titreyen dudaklarla, öfkeli bir adamın çıkageldiğini görüyoruz, umudu yitmiş: bu o, usta, sanatçı; zaferi alevler içinde yok olup gidecek. Umutsuzluk ve esriklik ona bir kurtuluş telkin ediyor: evine fırladığı gibi, kucak dolusu kalaylanmış kap kacakla geri dönüyor ve hepsini fırının içine boca ediyor. Sonra tekrar eve fırlayıp bir parti daha getiriyor, sonra yeniden ve bir kez daha!
“Lâl gibi parlak kırmızı bir ışıltı fırının ağzını kaplıyor, gürültü kesilmekte, elverişli hale getirilen madde erimeye yüz tutuyor ve sıvılaşıyor. Döküm kalıbının ağzından akmaya başlıyor.
“Benveneto Cellini ve genç yardımcıları zafer çığlıkları atarak kucaklaşıyorlar: Perseus bronz kalıba döküldü artık: ve bu sanat hazinesinde bir şaheserden daha fazlası var.
“Her şey iyice düşünülmüş,” dedi bundan sonra Bay Durand, yumuşak ve biraz üzgün bir sesle, “belki de insanlık tarihinde size gösterebileceğim en ilginç şey: deha ve sanat kahramanlığa varıp, sonsuzluğa ait, güzelliği şüphe götürmez bir şeyler yaratıyor. Hata ya da eksiği olmayan, tarihte meydana gelen en iyi şey işte budur.”
“Son derece heyecan verici,” dedim, “ancak tarihte bir heykelin dökümünden daha önemli olaylar olduğu kanısındayım…”
“Görünürde, haklı olabilirsiniz, çünkü bir sürü gürültü patırtı var, çünkü kimi olaylar diğerlerinden daha popüler olma şansı bulmuş. Zaman, mekân, bunları ilk anlatanın itibarının düşük ya da yüksek olması, ehemmiyetsiz bir olayı göklere çıkartacaktır, diğer tarafta buna daha layık bir başkası ise unutulmaya yüz tutar. Fazla söze hacet yok, Dagobert’in pantolununa gelelim: bir defalığına ters giyildiği için sonsuz olmuştur.
“Tarihi olayların şöhreti, insanlarınki gibi, yardımlaşmaya, korunmaya ve özellikle de talihe bağlıdır. Esasında, kendi içimize dönersek, istisnasız hepimizin farksız olduğunu itiraf etmek zorunda kalırız: dünyadaki şu hayatımızın selametiyle, yegâne ve nihai amacıyla şanı şöhreti olanların ne bağı olabilir? Gözden uzakta olan gönülden de ırakta olur, sevgili bayım: en dehşet verici şeyler, eğer bizden uzaktaysa, bizi pek de etkilemez; haydi haydi eski olaylar da.
“Tarih okurken gözyaşı döken var mıdır?
“Ancak yüce ruhlu birinin hayatî bir olayda yeniden canlandığını gördüğümüzde; işte o zaman, idealin alevi, tarihi olayların sıradanlığını ansızın yırtarak, geçmişin gecesinde parlayıverir, böylece yürek çarpmaya devam edebilecektir.
“Heyy bayım! Dünya dünya olduğundan beri, hiçbir şey değişmedi mi? Zaman boyunca, her yerde, tüm insanlar daima aynı şeyleri yapar, ve taklit edecek birilerini bulamadıklarında, eskiden yaptıklarına geri döner, kendi kendilerini taklit ederler. Olayların artık çeşitliliği yoktur: bu sonsuz bir tekrardır sadece.”
“Fakat,” dedim, “toplumların biçimleri, halkların farklılıkları ne olacak…”
“Doğru, değişen bir detay var: giysiler. Size katılıyorum. Ama hepsi bu kadar. Öyle ki tarih felsefem şöyle: tarih adı altında tanımladığımız her şey, yani bir dizi yeni olay, sadece giysiler bazında olur. Savaşlara, katliamlara, imparatorluklardaki devrimlere, çöküşe, yahut atılıma gelince, her biri hep aynı borazanbaşının komutuyla sürekli kulisten sahneye, sahneden kulise geçen sirk oyuncuları gibidir.
“Ama bundan biraz daha fazlası da var: o da hayat tiyatrosunda insanlar birden çok kez rol alır. Biyolojik olarak tabiat, yeni doğanları yaşlanıp ölenlerden çıkartmıyor mu? Böyle konuşması üzücü ama, yeryüzündeki gerçek şu ki, insanlar ve eşyalar,  hepsi ikinci eldir: böyle değilse, halklar ve bireylerin aynı aptallıklara sürekli düşmesini neyle açıklayabilirsiniz?
“Öyle anlıyorum ki, bu kadar olayın gösterisi sizi zamanla bıktırmış; ne yazık ki sözlerinizde gerçeklik payı fazla. Ancak geçmişin tarihinin dışında, bana öyle geliyor ki, günümüze daha yakın olaylar için, oldukça şaşırtıcı bir gözlem sahasını elinizde bulunduruyorsunuz. Tarih teleskobu güncel tarihlerle ilgili şeyleri de gösterebiliyor mu?”
“Elbette: sadece aygıtın menzilini düşürmek yeterli. 89 Devrimini, İmparatorluk’u, Restorasyon’u, İkinci İmparatorluk’u, 1870 Savaşı’nı, işgali, Paris kuşatmasını, Komün’ü görmek ister misiniz?”
“Gerçekten mi! Gözlerimin önünde yok olup giden o olayları, o insanları mı? Onları yeniden görebilecek miyim?”
“Tamamiyle size bağlı, ve sadece onlar değil, yaşamda daha yakın olduklarınız da: dostlarınız, ebeveynleriniz, tüm o sevdikleriniz ve artık hayatta olmayanlar.”
“Hayır!” diye bir çığlık attım, korkuyla geri çekilirken. “Beni bu gösteriden mazur görün, kalbimi çatlatır! Onları, birer hayaletmiş gibi, bizi ayıran uçurumda süzülürken yeniden görmek, bunu alsa yapamam, asla!”
“Ayak diremenizi anlıyorum,” dedi bana. “Ben de gözlemlerimin her anında, bir dostumun, sevdiğim birinin hayaliyle karşılaşırım ve derhal bakışlarımı başka yöne çeviririm. Ancak, hayatınızın başka dönemlerinde olduğunuz halinizle, kendinizi görmek istemez misiniz?”
“Hay-hay!” dedim, çabucak aygıtın ağzına yaklaşırken.
Bay Durand dürbünü ayarladı.
“Bakın,” dedi, bana, “işte doğduğunuz vakit. Şu düğmeyi yavaşça çevirin, böylece hayatınızın tarihini gözlerinizin önünde bulacaksınız.”
Büyülü aygıtın görüş alanı boyunca bende sonsuz bir mutluluk ya da iyileştirilemez derin bir acı uyandıran sahneler silsilesi geçtikçe içimi kaplayan duyguyu nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Endişeden daha kuvvetli bir merak gözlerimi bu gösteriye zincirliyordu. Ve bu gösterinin bölümleri ilerledikçe, hayatımın her anına karışmış biçimde, az önce göreceğime inanmadığım sevdiklerimi bizzat görüyordum. Ancak gölgelerden başka şey göremiyordum: kalbim çarpıyordu, heyecan boğazımı düğümlemişti, onlara ulaşmak ve seslenmek içinmiş gibi ellerimi sallıyor, uzatıyordum.
Ve ayrıca, gözlerimle kendi hayaletimi takip ediyordum, üstelik, onun solgunlaştığını, yere doğru kamburunun çıktığını, hayatın yükü altında arada bir takatsiz, durakladığını, hayatın acılarıyla her adımının zamanla nasıl da ağırlaştığını görüyordum.
Ayrıca yaşadığım tüm dert tasa gözlerimin önüne seriliyor, kalbimin tüm yaraları teker teker yeniden açılıyordu, ilk günkü gibi kanamaktaydı hepsi! Boşuna çabalıyor, bir türlü oradan ayrılamıyordum. Gülümsüyor, ağlıyor, umutsuzluktan dudaklarımı ısırıyordum!
“Lütfen! Bana yardım edin!” diye bir çığlık attım.
“Aaa! İyi görünmüyorsunuz,” dedi Bay Durand; “ama böyle olacağını tahmin etmeniz gerekirdi! Bir de yaşamınız kendinize ait sanıyorsunuz! O halde tüm tabiatta neler oluyor bir bakın, her biri, kendi vakti geldiğinde evrenin merkeziymiş gibi hisseden insanlar sizin gözünüzde ne hale geliyor görebilirsiniz… Şimdi karşınızda onları tastamam bulmuyorsunuz: onları kalıntılardan geçerken,  hareketi hareketine, düşüncesi düşüncesine, yaşam akıntısının içine karışmış yuvarlanırken görüyorsunuz, hayat onlara bir zamanlar verdiklerini şimdi geri alıyor. Ama iyi düşünün: yaşarken, yırtık pırtık içinde geçiyoruz: vaktiyle olduğumuz her şey, şu anki saatten önce yaptığımız her şey, bize bu kadar yabancı hale geldi, bir o kadar cansız, sanki hiç yaşamamışız gibi.
“Bir iki mucizede geçmişimizin görüntüsünü,  bir ölünün hayaleti bizi nasıl korkutursa öyle korkunç bir görüntüyü canlandırabiliyorsak, işte sebebi.
“Peş peşe gelen üzücü yahut gülünç sahnelerin sonsuz sıradanlığında yeniden canlanacak geçmiş bir hayatın beni nasıl çıldırtmayacağını anlamışsınızdır. Benim bedenim olandan ne doğduğunu görüyorsunuz: aşırı çökmüşlüğümün başka hiçbir insanınkine benzemediğini fark etmişsinizdir; ne kederlerini ne de sevinçlerini tanıdım, ama başka bir Atlas gibi, elinden başka bir şey gelemeyen bir Atlas gibi, omuzlarımda insan ırkının tüm aptallıklarını ve kötülüklerini taşıyorum!
“Çektiğim acılar pahasına da olsa,” dedim ona, “bana gösterdiğiniz harikaları görmekten pişman değilim. Öyle umuyorum ki bunlara tekrar dönmeme izin verirsiniz…”
“Elbette, canınız ne zaman isterse.”
“Ancak bir şey daha,” dedim, “araştırmalarınızın sonuçlarına biraz belirsizlik katıyor: o da şu ki, tarih teleskobu size sadece tablolar sunmakta, yaşamın hareketleriyle uzayda süzülen bu bir yığın görüntü sessiz figürlerden ibaret. Keşke onları duyabilseydik!”
“Bilimin şu anki durumunda,” diye yanıtlandı Bay Durand, “ışığı sese, sesi ışığa dönüştürebilecek üç aygıta sahibiz. Dolayısıyla bir gün yeryüzü tarihinin farklı dönemlerine ait insan seslerinden yayılan sonar dalgaları yakalayabiliriz. Günümüzde güneşin fotosferindeki gaz patlaması seslerine fotofonla ulaşılabildiğini biliyorsunuzdur: bu cihazla benim de birkaç deneyim oldu, arada bir üzerinde durmaya değer sonuçlar almaya başladım.
“Buyrun,” dedi, “masanın üzerindeki bir aleti göstererek, denemek ister misiniz? Şu reseptörü kulağınıza dayayın ve dinleyin.”
Reseptörü aldım.
Birkaç saniye boyunca bir şey duymadım. Ancak usul usul deniz kabuğunu kulağınıza dayadığınızda gelen uğultuyu andıran sesler oluşmaya başladı. Bunu Bay Durand’a söyledim.
“Devam edin,” dedi, “gürültü muhtemelen şiddetlenecek. Reseptörü iyi tutun.”
Gerçekten de uğultu, kademe kademe gürleşerek, kovandaki arı sürüsünün vızıltılarına benzeyen boğuk bir gürültüye dönüştü. Dinledikçe, bu gürültünün ardında, son derece keskin sesler duymaya başladım.
Bay Durand, başını kaldırıp kollarını göğe açarak, bana şöyle dedi:
“Duyuyor musunuz?”
“Duyuyorum!” dedim allak bullak olmuş bir halde.
“Bu dünyadan göçmüş halkların gürültüsü, bu onların sözlerinin uzak mı uzak yankısı, hıçkırıklarının, vahlarının, öpücüklerinin… İnsanın göğüs kafesinde oldum olası titremiş ne varsa bunların yankısı, yeni doğanların ilk ıngalarından, ölenlerin son nefesine dek… Engin bir senfoninin akortları gibi, uğultu başını alıp gidiyor, sonsuzluk boyunca uçarak uzaklaşan görüntüleri uzaktan uzağa takip ederek...”
•••

Gün batıyordu. Son saatlerde yaşadığım heyecanı yatıştırmak için bir an önce eve dönmek istiyordum. Bay Durand’a veda ettim.
Ancak ayrılık anında, tarih teleskobuna son bir bakış atmaktan kendimi alamadım. Aygıt, Bay Durand’ın tesadüfen çevirdiği bir yöne bakıyordu. Yaklaştım.
“Güneş ışınlarının yansıdığı şu parlak yüzey de ne? Daha yukarıda ise anıta benzer devasa yapılar görüyorum. Aa! Bir nehir bu! İlginç!..”
“Fırat. Ve de Babil!” diye bir çığlık kopardı Bay Durand. “Alın işte! Suyun ortasına bakın, ne görüyorsunuz?”
“Tanrı beni affetsin! Balıkçı bunlar!.. Evet ağları kaldırıyorlar… Tekneye aldıklarını açmaya koyuluyorlar… Koca koca balıklar çıkıyor!!!”
Bay Durand bir de kendisi bakmak için dürbüne hücum eti.
“Balıklar… Dev mığrıları[5] andırıyorlar… Alabildiğine açılmış çeneleri, üçlü sıra halinde sivri ve keskin dişlerle kaplı!”
Heyecandan, kendime hakim olamadım, Bay Durand’ın elinden dürbünü kaptım.
Balıkları bir bir alıp, gözler açılmış büyük sandıklara koyuyorlar. İçlerinde bir ambalajcı her bir köşeye fırçayla 0 işareti koyuyor, ve bizim kargolarımızda yaptığımız gibi ÜST, ALT, HASSAS v.b. ibareler  çiziktiriyor!
“Artık şüpheye yer yok! Görüyorsunuz ya,” dedim, Bay Durand’a yer verirken.
“Tabi ya! Ben de bundan bahsediyordum!”
“Bu Fırat balıkçıları, Etrürya için yılan balığı sandıklıyor.
“Amel-Marduk ve Neriglissor devirlerinde Asurlular ve Etrüskler arasında yapılan ilk canlı yılan balığı alış verişini kendi gözlerinizle görmüş oldunuz!”

•••

Birkaç gün sonra, Bay Durand’ı görmek için geri geldim. Kapıcı beni şöyle yanıtladı:
“Geldiğiniz günün akşamı hayatını kaybetti. Naaşı mirasçılarından birisi ertesi gün teslim aldı, cenaze arabasına yerleştirdi. Yukarıda ne var ne yok taşıttı.”
“Peki nereye gitti?”
“Bir şey söylemedi…”




[1] Eski ölçü birimi, yaklaşık 30 cm. (ç.n.)
[2] Habit (fr.) Frakı andıran, kuyruğu yırtmaçlı uzun ceket. (ç.n.)
[3]Justaucorps (fr) Diz hizasına kadar inen ceket.
[4] Hauts-de-chasusses (fr)
[5] Müreni andıran bir çeşit derin su balığı.

* Fransızca "mouton" koyun demektir, yazar ismine sık sık "merinos" mahlasını eklemiş, soyadıyla duyduğu gururu irdelemek istemiş olmalı... (ç.n.)
** Eter (ya da esîr) Bir varsayım olarak, maddenin algılanamayan dördüncü haline karşılık gelen kavram. (ç.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder