23 Şubat 2020 Pazar

Marcel Schwob - Örtünmüş Adam

Marcel Schwob
L’Homme Voilé
Coeur Double başlıklı seçkide
Henri Jonquières et Cie
Paris, 1925



Örtünmüş Adam


Felaketime neden olan olayların gidişatı hakkında söyleyebileceğim hiçbir şey yok. İnsan hayatının kimi kazaları, tesadüflerce yahut doğa kanunlarınca en şeytani icatlar kadar ustaca tasarlanmıştır: öyle ki bunlar karşısında, eşsiz, anlık bir gerçeği yakalamış empresyonist bir ressamın tablosu önündeymişiz gibi hayretten çığlığı kopartabiliriz… Lâkin öyle isterim ki can verip başım yana düştüğünde bu hikâye benden sonra yaşamaya devam etsin, ve bilinmeyene açılan uçuk bir boşlukmuşçasına ölümlülerin tarihinde tuhaf bir gerçek olarak yer bulsun.
O korkunç vagona girdiğimde, içerde iki kişi vardı. Biri sırtı dönük, örtülere bürünmüş, derin bir uykudaydı. Örtülerden en üstteki, sarı zemin üzerine lekelerle benek benekti, tıpkı leopar derisi gibi. Benzerlerinden yolculuk eşyası tezgâhlarında çokça satılır: ancak hemen şunu söyleyebilirim ki sonradan dokunduğumda, bunun gerçekten vahşi bir hayvan postu olduğunu anladım; ayrıca uyuyan kişinin başlığı da, sahip olduğum keskin bakış gücüyle iyice süzdüğümde, bana son derece ince, beyaz bir fötrmüş gibi göründü.
Sempatik bir çehresi olan diğer yolcu, otuzlarını henüz geride bırakmışa benziyordu, gecelerini demir yollarında konforlu bir biçimde geçiren kayıtsız bir adamın hali vardı onda.
Uyuyan, biletini göstermedi, kafasını çevirmedi, ben karşısına yerleşirken istifini bile bozmadı. Ve koltuğa oturduğumda  -kafamı meşgul eden türlü meseleyi düşünmek üzere- yolculuk arkadaşlarımı incelemeyi bıraktım.
Trenin kalkışı belki düşüncelerimi kesintiye uğratmamıştı ancak düşüncelerimin seyrine tuhaf bir biçimde yön veriyordu. Dingil ve tekerleklerin şarkısı, raylar üzerinde iyice yol tutma, kötü bağlanmış vagonları periyodik bir biçimde sallayan sıçrayışla makaslardan geçme, tüm bunlar zihinsel bir nakarata dönüşüyordu. Diğer düşüncelerimi düzenli kesitlere ayıran bulanık bir düşünce gibiydi. Bu tekrar, çeyrek saat kadar sonra, saplantıya yakın bir hal aldı. Bilinçli bir gayretle, var gücümle ondan kurtuldum, ancak bulanık nakarat, uzayıp gitmekle birlikte öncesini bildiğim müzikal bir nota dizisine dönüştü. Her vuruş bir nota değildi, önceden tahmin edilen, tedirgin edici ama neye varacağı merakla beklenen bir notanın tek sesli yankısıydı. Sonsuza dek birbirinin aynı olacağa benzeyen bu vuruşlar, biteviye uzayan en kapsamlı sonar sıkala boyunca gidiyor, dünya üzerinde hiçbir enstrümanın ses genişliğinin ulaşamayacağı, üst üste binen oktavlarıyla, işleyen zihnin üst üste biriktirdiği varsayım katmanlarıyla örtüşüyordu.
Sonunda büyüyü bozmak için elime bir gazete aldım. Ancak okumaya başladığımda satırlar bütün halinde kolonlardan ayrıldı; gözlerimin önünde dertli, tek-tipte seslerle birlikte, öngörebildiğim ancak değiştiremediğim kesitler halinde geri yerlerini aldılar. Böylece belli bir endişe ve zihinsel boşluk hissederek sırtımı geriye verdim.
İşte o andan sonra beni tuhaflığın derinliklerine çeken ilk şaşırtıcı olayı gözlemledim. Vagonun diğer ucundaki yolcu, yerinden doğrulup minderine şekil verdi, sonra uzanıp gözlerini kapattı. Karşımda uyuyansa hemen hemen aynı anda sessizce kalktı, ve küre-lambanın yaylı mavi siperini indirdi. Bu hareketinde yüzünü görebilmeliydim – ancak göremedim. Sadece insan yüzü renginde, karışık renkte bir leke gördüm; fakat insan yüzüne dair hiçbir hat ya da çizgi çıkartamadım. Doğrusu bu hareketi beni şaşırtan bir hızda ve sessizlikte gerçekleştirmişti.
Kapitone kaplama koltukların arasında şimdi mavi bir gölge dalgalanıyor, bir gaz lambasından dışarı yayılan sarı ışığın örtüsüyle ara ara kesiliyordu.
Trenin gürültüsü sessizliğin içinde arttıkça yakamı bırakmayan düşüncelerin merkezi gitgide belirginleşmekteydi; hareketin verdiği huzursuzluk onu sabitlemişti. Demiryolu cinayeti hikâyeleri karanlığı yırtarak ortaya çıkıyor, yavaş yavaş, tekdüzenli şarkılar gibi, basit bir şekle bürünüyorlardı. Dayanılmaz bir korku kalbimi sıkıştırmaktaydı; dayanılmazlaşıyordu çünkü muğlaklaşıyordu, ve çünkü belirsizlik korkuyu arttırır. Gözlerimin önünde, dokunacak kadar yakınımda, Jud’un hayalinin boy gösterdiğini hissediyordum -çukur gözlü, sıska bir yüz, çıkık elmacık kemikleri, seyrek keçi sakal- geceleri, birinci sınıf vagonlarda, cinayet işleyen, ve kaçtıktan sonra asla yakalanamayan katil Jud’un yüzü. Gölge bu yüzü, uyuyanın çehresine nakletmeme, lambanın ışığında gördüğüm karışık lekeye Jud’un yüz hatlarını çizmeme, kaplan postu altına sessizce gizlenmiş, yerinden fırlamaya hazır bir adam olduğunu hayal etmeme izin veriyordu.
Şiddetli bir iç-dürtüyle vagonun diğer ucuna fırlamak, uyuyan diğer yolcuyu silkelemek, farkında olduğum tehlikeyi haykırmak istedim. Ancak bir utanç duygusu beni yerimde tutuyordu. Derdimi ona anlatabilir miydim? İyi eğitim görmüş bu beyin şaşkın bakışlarına nasıl yanıt verecektim? Rahatı yerinde, kafası, özenle kıvırdığı mindere yaslı, eldivenli elleri göğsü üzerine kavuşmuş, uyuyordu: diğer yolcu lambanın siperini indirdi diye onu uyandırmaya ne hakkım vardı? Diğerinin onun uykusuna saygıdan harekete geçip, ışığı kapatmış olabileceği gerçeğini yanlış yorumlamakta ısrar eden zihnim, zaten fazlasıyla delilik belirtisi göstermemiş miydi? Farklı bir diziye ait bu iki olayın çakışması basit bir rastlantı olamaz mıydı? Ancak kaygım bunda ayak diriyor, ısrar ediyordu; öyle ki trenin ritmli sessizliğinde şakaklarımın zonkladığını hissediyordum;  dışarıdaki sükûnetle zıtlaşan kanımdaki coşkunluk, nesneleri etrafımda fır fır döndürüyordu; gelecekte olacaklar, belirsiz -ama gerçekleşmesi çok yakın şeylerce kesinleşecek- olaylar, sonu gelmeyen bir alay halinde beynimi kat ediyordu.
Ve ansızın içimde, tertemiz bir sakinlik başgösterdi. Gergin kaslarımın topyekün gevşediğini hissettim. Düşüncelerin anaforu durakladı. Uyuma ve kendinden geçme öncesi içsel düşüşü duydum, gerçekten de gözlerim açık bayılıyordum. Evet gözlerim açıktı, ve zorluk çekmeden görmemi sağlayacak ebedi bir güç kazanmışlardı. Gevşeme öylesine tam bir hal aldı ki ne hislerime hükmedebilecek ne de herhangi bir karar alabilecek tâkatim kaldı, bana ait en ufak bir harekete geçme fikrini tasarlamaktan acizdim. Bu insanüstü gözler kendiliklerinden gizemli figüre yöneldiler, engeller ne kadar delici olsa da bunları fark edebiliyorlardı. Bu şekilde bir leopar derisinin altından, insan derisi renginde ipek bir maskeden, güneşte yanmış bir yüzü örten krepten içeri bakıyordum. Ve gözlerim birden dayanılmaz, kara bir parıltısı olan başka bir çift gözle karşılaştı: gümüşe benzer düğümleri olan sarı giysiler içinde bir adam gördüm, kahverengi bir paltoya sarınmıştı. Üstünde leopar derisi olduğunu biliyordum, ama gördüğüm oydu. Ayrıca onun hızlı ve kısa aralıklı nefesini duyuyordum (zira duyma yetim de son derece keskinleşmişti), nefes alabilmek için büyük çaba sarf ediyor gibiydi. Ancak, adam ne kolunu ne de bacağını oynattığı içindir ki bu, içsel bir çaba olmalıydı - mutlaka öyleydi çünkü iradesi benim irademi felce uğratıyordu.
Ruhumun derinliklerinden gelen son bir dirençle irkildim. Sanki bir kavgaya tutuşmuştum ama gerçekte dövüşen ben değildim. Asla farkında olunmayan fakat benliğe hükmeden, derinlerde kökleşmiş, bencilliğe dayanan bir kavga. Sonra zihnimde çarpuk çurpuk düşünceler belirdi – bana ait değillerdi, ben yaratmamıştım onları, bağım bile yoktu; sizi üzerine eğilmeye zorlayan karanlık su gibi sinsi ve cezp edicilerdi.
Bu düşüncelerden biri cinayetti. Ancak bunu Jud’un elinden çıkan korku dolu bir esermiş, adı konmamış bir dehşetin sonuymuş gibi algılamıyordum. Meraktan kaynaklı biraz ışıkla, bir zamanlar irademe ait her şeyin durmadan yok olmasıyla bunun mümkün olduğunu hissediyordum.
Böylece örtünmüş adam ayağa kalktı, insan eti rengindeki örtüsünün altından gözlerini bana dikerek, süzülür gibi uyuyan yolcuya yöneldi. Bir eliyle onun boynuna sıkıca bastırdı ve aynı anda, açılan ağzına ipek bir gaz bezi tıkadı. Çığlık atmayı ne dert ediyor ne de istiyordum. Ama yanıbaşlarındaydım, ve tasa içinde olanları izliyordum. Örtünmüş adam, çeliğinin merkezi ufak bir çizgiyle oyuk, ince uzun bir Türkistan bıçağı çıkardı, koyun kurban eder gibi onun boğazını kesti. Kan fileye kadar sıçradı. Bıçağı sol taraftan, sert bir vuruşla kendine çekerek saplamıştı. Gırtlak bir karış açılmıştı; lambanın siperini kaldırdı, kızıl yarığı gördüm. Sonra adamın ceplerini boşalttı ve ellerini kan gölünün içine daldırdı. Bana doğru geldi, ben hiç karşı gelemeden, uyuşuk parmaklarımı, tek bir çizginin kıpırdamadığı yüzümü kana buladı.

Örtünmüş adam, üzerindeki örtüyü fırlattı ve hızla paltosunu üzerine geçirdi, bense o sırada, katledilmiş yolcunun yakınında, hareketsiz oturuyordum. O korkunç kelime [katledilmiş] beni etkilemiyordu – derken bedenimin desteksiz kaldığını hissettim, düşüncelerle dolu, sisin içinde yitmiş irademi geri çağırmaya isteğim yoktu. Gözlerim yapışık, tükrüğüm ağzımın kenarlarından taşmış, boynum kurşun bir elle sıkılmış gibi kaskatı, şafağın gri aydınlığında, trenin hareketleriyle sarsılan bir cesetle yapayalnız olduğumu gördüm. Son derece tekdüze, kıraç, düz bir arazide ilerliyorduk, seyrek ağaç kümeleri şuraya buraya serpilmişti, - tren, sabahın taze havasında yankılanan uzun bir sirenden sonra durduğunda, kan pıhtılarıyla çizgi çizgi olmuş yüzümle, alık bir halde kapıda göründüm. 

15 Şubat 2020 Cumartesi

Guillaume Apollinaire - Honoré Subrac'ın Kayboluşu

Guillaume Apollinaire
La Disparation de Honoré Subrac
Hérésiarque et Cie başlıklı öykü seçkisinden
Stock, 1910.



Honoré Subrac’ın Kayboluşu


Titizlikle yürütülen araştırmalara rağmen polis, Honoré Subrac’ın kayboluşunun ardındaki esrarı aydınlatmayı başaramadı.
Subrac benim dostumdu, ve durumuyla ilgili gerçeği bildiğim için, yargıyı neler olduğu hakkında bilgilendirmeyi görev edindim. İfademi alan savcı, beni dinledikten sonra, sesine öylesine ürkmüş bir incelik tonu kattı ki beni deli yerine koyduğunu anlamakta güçlük çekmedim. Düşüncemi ona söyledim. Daha da kibarlaştı, sonra ayağa kalkıp beni kapıya sürdü, kâtibini gördüm, yerinden doğrulmuş, bir çılgınlık yaparsam üzerime atlamaya hazır, bekliyordu.
Israr etmedim. Honoré Subrac meselesi, doğrusu öylesine tuhaf ki gerçeklik onun yanında daha tuhaf kaçıyor. Subrac’ın ilginç bir tip olduğu gazetelerde yazılanlardan öğrenildi. Yaz kış bol bir kaftandan başka şey giymezdi, ayaklarında daima terlik olurdu. Son derece zengindi, kılığı merakımı cezbettiği için, bir gün ona sebebini sordum:
“Gerektiğinde en çabuk şekilde çıplak kalabilmek için," diye yanıtladı. “Ayrıca, hafif giyinmeye çabuk alışılır. Çoraptan çamaşırdan, şapkadan çabuk vazgeçilir. Yirmi beş yaşından beri böyle yaşıyorum ve hiç hastalanmadım.”
Bu sözler, beni aydınlatmaktan çok daha da meraklandırdı.
“O halde,” diye sordum kendime, “Honoré Subrac neden çabuk soyunmak istiyor?”
Ve pek çok varsayım geliştirdim…

•••

Bir gece eve dönerken –saat bir, bir buçuk dolayları– alçak sesle, adımın telaffuz edildiğini duydum. Ses sanki omzumu sıyırarak geçtiğim duvardan gelmişti. Şaşkın, tadım kaçmış, olduğum yerde durdum.
Ses, “Sokakta başka kimse yok değil mi?” diye devam etti. “Benim, Honoré Subrac.”
“O halde neredesiniz?” diye bir çığlık kopardım, arkadaşımın nerede saklanıyor olabileceği konusunda fikir yürütemeden, etrafa bakınarak.
Sadece kaldırımın üzerinde yatan meşhur kaftanını gördüm, meşhurlukta aşağı kalmayan terlikleri de onun yanındaydı.
“İşte,” diye düşündüm, “Honoré Subrac’ı göz açıp kapamada soyunmaya zorlayan kaçınılmaz bir durum. Nihayet bir gizemi adamakıllı öğrenmiş olacağım.”
Ve yüksek sesle şöyle dedim:
“Yolda kimsecikler yok, sevgili dostum; artık ortaya çıkabilirsiniz.”
Honoré Subrac karşımdaki duvardan adeta çözülerek geldi, orada olduğunu ne görmüş ne fark etmiştim. Baştan aşağı çırılçıplaktı, ilk iş, kaftanını yakaladığı gibi sırtına geçirdi, elinin en çabuk hızıyla önünü ilikledi. Sonra terliklerini ayağına geçirip, tereddütsüz, kapıma kadar bana eşlik etti.
“Şaşırdınız!” dedi, “ama artık neden böyle tuhaf giyindiğimi biliyorsunuz. Bununla birlikte bakışlarınızdan tamamen nasıl kaçabildiğimi henüz anlayamadınız. Çok basit. Anlaşılacak tek şey var: bu bir mimetizm olayı.  Tabiat iyi yürekli bir annedir. Tehlikelerin tehdit ettiği, kendilerini savunamayacak kadar zayıf çocuklarına etrafındaki şeylere karışma yeteneği bahşetmiştir… Ama siz bunu zaten biliyorsunuz. Kelebeklerin çiçeklere benzediğini, kimi böceklerin yaprak gibi olduğunu, bukalemunun onu en iyi saklayan rengi alabildiğini, kutup tavşanının -ki bizde sürülen toprakta aniden ortaya çıkanlar kadar ödlektir- buzla kaplı bölgeler gibi bembeyaz olduğunu -daha görmeye fırsat olamadan kaçıverir- biliyorsunuz.
Bu zayıf hayvanlar düşmanlarından, görünümlerini değiştiren bu içgüdüsel beceri sayesinde kurtulur.
Ve ben… bir düşman tarafından sürekli takip edilen, hayli korkak, kavgada kendini savunmaktan aciz olduğunu hisseden ben, ben de bu hayvanlara benziyorum işte: kendi isteğimle -ve sırf korkudan- etrafımdaki ortama karışıyorum.
Bu içgüdüsel yeteneği ilk icra etmemin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçti. Yirmi beş yaşındaydım, kadınlar beni alımlı ve yapılı buluyordu. Bunlardan biri, ki evliydi, bana, karşı koyamadığım bir yakınlık gösterdi. Ölümcül ilişki!... Bir gece, sevgilimin yanındaydım. Kocası güya uzun süreliğine şehir dışındaydı. Elinde bir altıpatlarla aniden kapıyı açtığında tanrılar gibi çıplaktık. Dile sığmaz bir korku içindeydim, şimdi nasılsam o zaman da böyle ödlektim ve tek isteğim vardı: kaybolmak. Sırtımı duvara verip, onun içine karışmayı diledim. Ve beklenmedik olay anında gerçekleşti. Duvar kağıdının rengine büründüm; uzuvlarım inatla, şaşılacak biçimde yassılaşırken, duvarla birleştiğimi ve beni artık kimsenin göremeyeceğini hissettim. Gerçekti. Koca, beni öldürmek için içerde dört dönüyordu. Beni görmüştü ve kaçmam imkânsızdı… Deli gibiydi, öfkesini karısına çevirdi ve onu kafasına sıktığı altı el ateşle vahşice katletti. Sonra yıkık bir vaziyette, hüngür hüngür ağlayarak çekip gitti. O çıktıktan sonra bedenim, içgüdüyle, normal şeklini, doğal rengini aldı. Giyindim, ve kimseler gelmeden sıvışmayı başardım… Mimetizm menşeli bu latif yeteneği, o gün bugündür muhafaza ediyorum. Koca, beni öldüremediği için, tüm varlığını işimi görmeye adadı. Uzun süre, dünyanın dört yanında peşimi bırakmadı; Paris’e yerleşmeye geldiğimde ondan artık kurtulduğumu sanıyordum… Ancak o adamı siz geçmeden az önce yine gördüm. Korkudan dişlerim takırdıyordu. Soyunup duvarla birleşecek vakti ancak buldum. Kaldırıma bırakılmış kaftan ve terliklere merakla bakarak çok yakınımdan geçti. Şimdi böyle sade giyinmemin sebebini anladınız mı? Herkes gibi giyinseydim mimetik yeteneğim asla faaliyete geçmezdi. Cellâdımdan kaçabilmek için asla yeterince çabuk soyunamazdım. Ayrıca her şeyden önce, yassılaşan giysilerimin, savunma amaçlı kayboluşumu boşa çıkarmaması için çıplak olmak zorundayım.”
Kanıtlarını gördüğüm ve kıskandığım yeteneğinden ötürü Subrac’ı tebrik ettim.

•••

Takip eden günler bu konudan başka bir şey düşünmedim, kendimi durmadan, şeklimi ve rengimi değiştirmek için irade göstermeye çalışırken buluyordum. Otobüse, Eifel Kulesi’ne, Akademi’ye, büyük loto talihlisine dönüşmeye çalıştım. Çabalarım boşunaydı. Başaramıyordum. İradem yeterince güçlü değildi, ayrıca bende o kutsal korkudan yoktu, Honoré Subrac’ın içgüdülerini uyandıran o korkunç tehlike benim için söz konusu değildi.
Bir gün allak bullak bir halde çıkageldiğinde, onu epey zamandır görmemiştim:
“O herif, düşmanım,” dedi bana, “her yerde beni arıyor. Yeteneğimi kullanarak ondan üç kez kaçabildim, ama korkuyorum, korkuyorum dostum!...”
Gözle görülür biçimde zayıflamıştı, ama bunu söylemekten imtina etim.
“Yapabileceğiniz tek şey kaldı,” dedim ona, “Böylesine amansız bir düşmandan kaçmak istiyorsanız… Gidin! Bir köye saklanın. Buradaki işlerinizi çekip çevirmeme ve sizi en yakın istasyona götürmeme izin verin.”
Şunları söyleyerek elimi sıktı:
“Size yalvarırım, bana eşlik edin, korkuyorum!”

•••

Sokakta, sessizlik içinde yürüdük. Honoré Subrac endişeli bir edayla, durmadan başını geri çeviriyordu. Birden bire çığlık attı, kaftanı ve terliklerinden kurtulup kaçmaya başladı. Bir adamın koşarak arkamızdan geldiğini gördüm. Onu durdurmaya çalıştım. Ancak elimden kurtuldu. Honoré Subrac’a doğrulttuğu bir altıpatlar tutuyordu. Subrac ise hemence bir kışla duvarına yetişmiş, büyü yapılmış gibi ortadan kaybolmuştu.
Silahlı adam, şaşkınlıktan donakaldı, öfkeyle bir nağra savurdu, ve hasmını ondan kurtaran duvardan öç almak istercesine, tam da Subrac’ın kaybolduğu noktaya silahı boşalttı. Sonra da koşarak uzaklaştı…
Ahali toplandı, jandarma kalabalığı dağıtmaya geldi. Sonra, arkadaşıma seslendim. Ama yanıt vermedi.
Duvarı yokladım, hâlâ ılıktı; altı mermiden üçünün insan kalbi yüksekliğinde isabet ettiğini fark ettim, diğer mermiler taze sıvayı daha yukarıdan sıyırıp geçmişti, bir yüzün çizgilerini belirsiz, belli belirsiz, görür gibi oldum.




Laurence Albaret - Koca Karın

Laurence Albaret
Le Grand Ventre, yazarın aynı başlıklı seçkisinde
Editions Balzac
Paris, 1944
[Ayrıca Fiction dergisi 107. sayısında (1962)]




Koca Karın


Kıtlık haziranda başladı. Ansızın patlak vermedi. Etkisi gittikçe arttı, her şeye işledi, bariz hissedilmesi ise ağustosu buldu.
İlk başta temel gıdaları, tütsülenmiş jambonun ortadan kaybolduğunu gördüler, sonra da yumurta bulunmaz oldu. Bütün yaz boyunca yedikleri sebze ve meyvelerden henüz hâlâ vardı.
Yazı birlikte, neşe içinde geçirdiler. O sıralar kıtlık halen görünmezdi. Gino bir dolabın derinliklerinde birkaç kutu et konservesine sahipti, diğerleri buna ekleyebilecekleri ne varsa evlerinden getirdiler, bu sayede güneşli ayların hepsini, endişesiz, bir şey sezinlemeden geçirdiler. Ancak eylül sonunda artık hiçbir şey kalmamıştı. Pazarlarda sebze ve meyveler de yoktu. Ve daha başından itibaren –farketmeye fırsat kalmadan- güçleri usul usul tükendi. Güçsüzlüklerini tembelliğe yordular ve eğlenmek için parti veriyormuş gibi hep birlikte, Gino’nun evinde kalmaya karar verdiler, çünkü görüşmek için sürekli yer değiştirmek hayli yorucuydu.
Kendilerini hoşgören bir gülümseme ile içleri rahat “Bu çok komik,” diye mırıldandıkları oluyordu, “Bu gezintiler bizi amma yordu…”
Kıtlığa gerçekten toslamaları ise bir ekim sabahı oldu. Fakat toslamak biraz sert olur. Daha çok üstlerinden usulca geçen geniz yakıcı bir duman gibiydi, beraberinde tuhaf, açıklanamaz bir koku getirmişti, öylesine yeniydi ki bu havayı teneffüs etmek onları pek de rahatsız etmemişti.
Diane’nın eve gelip boş süt şişesini masaya koyduğu ve sessizce, sıradan bir şeymiş gibi, tüm fırınların kapandığını, bulunabilen son sebze, karahindibanın da pazarda artık olmadığını söylediği, güneşle ışıldayan o sabahta olmuştu bu.
Bunun üzerine, sedirde uzanan Gino, dirseğinin üzerinde doğruldu, bakışlarını önündeki meçhul boşluğa sabitledi. Buda duruşunda yerde oturan Bertrand, usulca kafasını çevirdi. Portatif merdivene tırmanmış, etajerin son rafına düzgünce serilmiş bir örtü üzerinde ütü yapmakta olan Myrtille donakaldı, eli havada kaldığı için ütü neredeyse yanağına değecekti, onu hemen yanındaki üç-ayaklı iskemleye bırakmak aklına gelmiyordu. Ve Verveine, ve Bure, asma katta, halıya yüzükoyun uzanmış kitap okuyan onlarsa salona bakan balkona kadar süründüler, ve kafalarını demirlerden dışarı sarkıttılar.
Tek kelime etmediler. Gino bir müddet sonra ayağa kalktı, tam bir sessizlik içinde, odayı baştan sona kat etti, karşı duvardaki gömme dolabı açtı. Tüm kafalar o yöne döndü.
Gino sayım yaptı: yarım kilo kahve, iki kavanoz hardal, üç kesmeşeker, yarısı boş bir şişe cin, bir şişe konyak, iki şişe rom, küçük bir viski damacanası ve bir paket pirinç.
Gino tek kelime etmeden kapağı kapattı.

•••

Kahve ve pirincin dibini bir günde buldular. Ertesi gün kurutma kâğıdına sürülmüş hardal yediler. Bu, Bure’ün getirdiği bir yenilikti, söylediğine bakılırsa çocukken bundan çok tüketmiş. (Ancak yediği hardalsız kurutma kâğıdıymış ve bunun için kaliteli olması yeterliymiş.) İcat belli bir başarı kaydetti. Verveine bunun tütsülenmiş jambonu andırdığını söylüyordu. Bertrand ise zencefilli pastalarla arasında bir akrabalık kuruyordu.
Takip eden sekiz gün, sâfi alkolle beslendiler. Sarhoş olduklarından açlıklarını hissetmiyorlardı, ancak alkol de güçleri de azalıyordu. İçlerinden üçü ciddi, su götürmez bir zehirlenmenin belirtilerini gösterdi; olay onları alarma geçirdi, özellikle de Gino’yu. Gino’nun bilinci görece hâlâ yerindeydi, çünkü gerektiği durumda insiyatif alma olasılığını korumak için diğerlerine kıyasla daha az içmeye çabalamıştı.
Sekizinci gün, ola ki tütün de biter korkusuyla, sigara namına ne bulabilirlerse almak için Bure ile dışarı çıktı. Tütün git gide daha önemli hale geliyordu, öncelikle açlığı bastırdığı ve sinirleri diri tuttuğu için, ikinci olaraksa tütün çiğnemek henüz hâlâ kurutma kâğıdı çiğnemekten daha cazipti: daha önceki gün Betrand izmaritlere hücum etmiş, koca koca lokmalar halinde mideye indirmişti.
Henüz hâlâ dışarı çıkabilecek güçleri vardı: Esasında yorgun değillerdi; bunu belirgin bir biçimde hissetmiyorlardı. Bu, sona ramak kalmadan kendini göstermeyecek, içten başlayan, yavaş bir ölümdü.
Gino sokağa adım attığında, bacakları sahiplerine huysuzluk etti. Bure’a baktı, onunla göz göze geldi, neredeyse neşeyle, öylesine gülüştüler. Bure, Gino’nun omzuna dokundu.
- Hadi gidelim!..
Onun koluna girdi, iki sarhoş gibi birbirlerinden destek alıp yürüdüler.
Cadde bütünüyle ıssızdı. Ara sıra, aşırı bir yavaşlıkta, tekin olmayan adımlarla bir gölgenin geçtiği, uzaklaşıp gittiği oluyordu. Tam bir sessizlik hâkimdi.
Durdukları ilk tütüncü dükkânı, kapkaranlık ve bomboştu. Çok geçmeden tezgâhın arkasına çömelmiş bir gölge fark ettiler, tütüncüyü hemen tanıdılar. Daima özenli olan kadının saçları boynuna dökülüyordu, yüzü kir pas içindeydi. Onları tek kelime etmeden, tek bir bakış atmadan karşıladı. Paket paket sigara isteme cüreti gösterdiler, bunun üzerine kadın sert bir hareketle onlara döndü, boş gözlerini üzerlerine sabitledi ve uzandığı tüm sigara ve tütün paketlerini öbekler halinde alıp hepsini neredeyse yüzlerine fırlattı. Gino ödemek için para çıkardığında, banknotu öfkeyle aldı, gergin ellerinin içinde top gibi yuvarladı ve aynı öfkeyle salonun bir köşesine attı. Sonra da derinden gelen bir inlemenin ara ara kestiği hıçkırıklara boğuldu.
Sinir krizinin geldiğini gören Gino ve Bure, ürpermiş bir halde, hazinelerini toparladıkları gibi oradan kaçtılar.

•••

İşte o günün ertesinde “belediye gıdası”nın hayata geçmesine karar verildi. Gazeteler artık çıkmadığı ve çıksaydı bile hiçbirinde aşağı inip bir tane alacak kuvvet olmadığı için, bunu ancak akşama öğrenebildiler. Üstelik neye yarardı ki? Bir gazete artık, en fazla kurutma kâğıdına yeğlenmeyecek hardallı sandviç olasılığına cevap veriyordu ki bu sandviçlerin daha gösterişli olmayacakları kesindi.
O son günlerde, gerçekten hiçbir şey yememişlerdi. Hep beraber atölyede yere uzanmış, örtü veya minder, ne kaldıysa bunların üzerinde öylece duruyor, kâğıt, izmarit çiğniyorlardı. Hiçbiri asma kata çıkıp bir kitap alacak gücü kendinde bulamıyordu, ayrıca okumak artık pek mümkün değildi çünkü gözleri neredeyse artık tamamen kapalıydı. Myrtille elinin uzanabileceği bir mesafede halının üzerinde dağınık halde duran gazeteyi okumak için epey çabaladı. Başka bir dünyayı, yaşayanların dünyasını anlatan kelimeleri, hareketsiz, sersemlemiş bir halde dinlediler. Ama anlıyor gibi görünmüyorlardı. İçlerinden biri aniden gülmeye başladı, aptalca, kesik kesik, çırpınarak gülüp durdu. Myrtille’in sesi titredi, boğuk bir öksürükle ara ara gidip geldi ve sonunda yitti. Bundan sonra bir daha asla okumaya davranmadılar.
Bütün gün bütün gece aynı yerde, aynı pozisyonda bekliyorlardı, ne üst baş değiştiriyor ne de yıkanıyorlardı. İçlerinden biri bazen duvardan destek alıp mutfağa yollanıyor, musluğun altına eğilip, açlığı biraz dininceye dek suyun ağzına dökülmesine izin veriyordu, sonra geri dönüyor, yüzü ıslaklıktan ışıldayarak, diğerlerin ortasına, olduğu yere yığılıyordu.
Zamanla aşırı zayıf hale geldiler; giysileri üzerlerinde sallım sallım olmuştu. Gözleri ateşten parlıyor, ölümüne solgun yüzlerinde ışıldıyordu. Gino’nun evini mesken tutmuş hayaletlere benziyorlardı.
Ama üzgün değillerdi. Hatta tam tersi. Sanki eğleniyorlardı, hayat onlara daha neşeli geliyor gibiydi. Her birinin yüzünde o aynı, biraz abartılı ama çok da hoş gülümseme, kocaman çocuk bakışları vardı. Böyle olması belki sürekli sarhoş olmalarından kaynaklanıyordu, - kısa bir süredir tek dayanakları olmayı sürdüren - alkolün yaratamayacağı, açlığın sebep olduğu derin bir sarhoşluktu bu.
“Belediye gıdası” Gino ile Bure’un sigara almaya gittiği günün ertesinde oluşturulmuştu. Bu teşebbüs her şeyin sonu oldu. Bir çeşit kurumuş hamur söz konusuydu ve daha çok alçıyı andırıyordu. Elde edilebilecek tüm çer-çöp biraraya getirilmişti, en küçük bir besin değeri olan ne varsa. Havanda dövülmüş eski kemikler, atıklardan kalanlar henüz hâlâ en besinli kısımlarıydı; geri kalanı ise sanki hurda kâğıtlardan, samandan, ne olduğu belirsiz karmakarışık maddelerden yapılmışa benziyordu.
Her bir eve, sabahları gelen kamyonlarla, hanede yaşayanlara yetecek sayıda bu tuhaf hamurdan yapılmış “ekmek”ten bırakılıyordu. Herkes istihkakını kapıcısından kendi almak zorundaydı.
Bu yenilikten de ancak Gino kapıcıyı görmeye gittiğinde haberdar oldular. Herhangi bir haber umduğu yoktu, posta servisi askıya alınalı uzun zaman olmuştu, tek dileği dışarısıyla küçük de olsa bir temasta bulunmaktı, başkaları da onlar gibi aynı durumda mı, elbiseleri onlara da artık hayli büyük mü geliyor öğrenmek istiyordu. Hayret, kapıcı ip-iriydi! Gülünç denecek kadar…
Gino kulübenin kapısını çaldı ama yanıt gelmedi. Kulak kabarttı. Hırıltılar duyuyormuş gibi oldu. Kapıyı açmaya karar verdi.
Kapıcı, erken bir doğum öncesi şiddetli sancılar içinde yerde yuvarlanıyordu. Kocası, bir sandalyede oturmuş, kolları sarkık, sersemlemiş bir halde onu izlemekteydi.
- Doktor gerek, diye mırıldandı Gino.
Adam sanki gülerek, omuz silkti.
Ve o da Gino gibi, ürkmüş bir halde, geri geri giderek kapıya yanaştı. Gino’yu hatırladığında, ona kendileri için bırakılan sekiz “belediye gıdası” ekmeğini gösterdi.
Gino kıymetli briketleri ile eve çıktı.


•••

İçeri girdiğinde diğerleri neşeli, uysal bakışlarını ona çevirdiler. “Belediye gıdası”nı görmek onlara yeniden eğlenme gücü vermişti. Bu beyaz briketler tarifsiz derecede komikti. Onlarda yepyeni bir icatmış etkisi yarattı: özellikle de Gino yere düşmek üzere onları elinden bıraktığında çıkardıkları gürültüleri ile. Eski güzel günleri hatırlatan bir kahkaha patlamasıdır onları içine aldı.
Yemeyi denediler. Hamurda alçı tadı ve kokusu vardı – alçının kendisi de. Tozlu ve yavan bir karışımdı, içinden ara ara, aniden ağzınıza gelen yumuşak, kaygan, mide kaldıran şeyler çıkıyordu.
Bertrand, dişlerinin arasında bir saman sapı, ilk başta bunu yemenin imkânsız olduğunu, ölmeyi yeğleyeceğini bildirdi.
Verveine daha ilk lokmada kusmaya başladı ve bu aralıksız bir saat boyunca devam etti.
Yine de usul usul, ilerleye ilerleye, her biri “ekmek”lerini yemeyi bitirdiler, kendilerini canlandıracak laflar açarak, zaman zaman da ufak bir kırıntıyı eşyaların altına yollayarak.
Ekmek işi bittiğinde doğrudan sigaraya hücum ettiler…

•••

O akşam soğuk aniden başgösterdi. Caddeden esen rüzgâr dondurucuydu. Pencerelerin kıyısından köşesinden sızacak bir delik buluyordu, sırt sırta yerde yatmaya devam ettiler, örtü namına ne varsa üzerlerine aldılar.
Yine de geceleyin gelişme sayılabilecek bir şey oldu. “Belediye gıdası” tadına rağmen sanki biraz onları diriltmişti. Bundan her gün alırlarsa hayat da devam edecekti; sarılıp kucaklaşırken sevinçten neredeyse ağlayacaklardı. Gece iyice çöktü, kendilerini mutlak karanlığın içinde buldular. Aynı durum ışıksız şehrin tamamı için de geçerliydi. Ve belki birbirlerini görmedikleri için, aydınlanmış beyinlerinde, gerçekliği geride bıraktıkları illüzyonunu sürdürdüler. Günlerdir ilk kez şahsi yaşamlarını anımsadılar. Gino, Verveine’i sevdiğini hatırladı. Artık ona asla bakmıyordu. Bedenlerinin belli noktaları haricinde sanki hiçbirinin artık fiziksel bir yaşamı yoktu, bu noktalar öylesine belirgin ve sivrilmişti ki neredeyse duyumu aşıyorlardı, daha çok maddeötesi bir dünyaya ait gibiydiler. Karmaşa öyle bir hal aldı ki açlığın acıyan, büzülmüş karınlarında mı ruhlarında mı olduğunu bilemiyorlardı; karınlarını dolduran yahut ruhlarında saçılan acaba açlık mıydı…
Gino yere uzanmış, Verveine’i görmüyordu. Onun nerede olduğundan bihaberdi. Kendisi, iç içe geçmiş bir yığın bedenin ortasındaydı. Ancak kafasının içinde, kollarında-bacaklarında, ve de özellikle düşüncelerinin meskeni haline gelmiş karnında, belli belirsiz, Verveine’in bir çeşit yansımasını, kendi cisminden çıkıp yayılmasını hissediyordu. Ve iç dünyasına bakan gözlerinin önünde sadece Verveine’in mor gözleri beliriyordu, bunların sanki bakışları yoktu.
Verveine’in iki mor gözü kara bir dumanın içinde kayboldu.
Gino, bedenini hatırladı, hafızası ile değil karnıyla, sonra karnının uzuvlarına yansımasıyla, her türde maddiyetten yoksun (yahut büsbütün maddi) cinsiyetine yansıyan açlıkla.
Sarsak elini rastgele örtülerin altından, titreyen, ateş içindeki beden yığının içine uzattı, bir kumaşın altında bir derinin zonkladığını hissetti. Gino, görmeden, arzusundan başka amacı olmadan kumaşı araladı ve düzenli bir biçimde, kendi içinde bir hipnoz etkisi yaratıncaya dek bu belirsiz, ne olduğu asla seçilemeyen deri parçasını, aşkının gücüyle Verveine’nin bütün bedeninin toplandığı bu anonim et köşesini parmaklarının arasında yoğurdu.

•••

İki-üç gün boyunca, bir gelişme olduğuna gerçekten inandılar. Gün ağarırken, neredeyse ayağa kalkacak, içerde birkaç adım atacak güçleri oluyordu.
Ancak “ekmekler” etkilerini bundan sonra gösterdi ve doğa tükenmez bir buluş dehası sergiledi.
Bunun farkına ilk varan Bure oldu. Uyandığında, kafatasının tepesinde tuhaf bir soğukluk duydu, elini oraya götürdüğünde ise sadece çıplak derisini hissetti. Saçları artık yoktu. Onları yerde, örtünün üzerinde buldu, biçilmiş buğday başaklarını andırıyorlardı, onlar kadar sarı ve çok daha yumuşaklardı. Böylece Bure öyle bir kahkaha patlattı ki diğer hepsi uykudan uyandı. Bu gülüş, Bure’un düz ve parlak, gülle gibi yuvarlak kafasını fark ettiklerinde genel bir hal aldı.
Myrtille’e gelince, balon gibi şişmiş, canavarsı, koca bir karnı önüne katmış, fıçı gibi iterek mutfaktan geliyordu. İskeleti andıran genç kıza hiç de ait değilmişe benzeyen bu bedenin yaklaşmasını alık gözlerle izlediler.
Aynı gün Gino yüzünde, ve hızla tüm bedeninde, yer yer yapış yapış tuhaf pürtükler hissetti. Ellerine baktığında, bir çeşit kanlı pelte ile kaplı kalkmış deriler, kabuklar gördü. O andan sonra tüm problemlerin cevabını, yaşamın amacını bulduğu hissine kapıldılar. Gün boyu, keyfi yerinde, dişlerinin arasında hafifçe ıslık çalarak kabuklarını kaldırdı.

•••

İlk ölen Myrtille oldu. Karnı şişmeye devam ettiği için patlayacağa benziyordu. Fakat bu durum onu tasalandırmıyor gibiydi. Kısık, yumuşak ve takıntılı bir sesle şarkı söyleyip, iki koluyla karnını iterek küçük adımlarla durmadan odanın içinde gidip geliyordu. “Ah! Karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel…” Karnının havası, ağzı açılan bir balonunki gibi aniden boşaldığında şarkı söylemeye hâlâ devam etmekteydi. Ne bir çığlık attı ne de iç çekti. Sadece şarkı söylemeyi bıraktı, onları uyuşukluklarından silkeleyen de şarkının bitmesi oldu. Sessizlik ani bir şok gibiydi. Sonrasında onun üzerine eğildiler ve onu sadece gözleri kocaman açılmış, neşeyle onlara bakarken, dudaklarında delice bir gülümsemeyle gördüler. Ancak artık nefes almıyordu.
Takip eden gece, hepsi saçlarını ve tırnaklarını kaybetti; dişleri oynamaya, sonra da birbiri ardına dökülmeye başladı; hızlı öldüler, ancak Bertrand diğerlerine göre çok daha uzun yaşadı. Yeni yeni zayıflamaya, değişmeye başlamıştı, sadece artık duyamıyor ve göremiyordu. Bir sabah, kurumuş meyve gibi, acı vermeden düşen bir ayak parmağını kaybetti, ve aynı akşam göz pınarları kurudu, gözleri öyle küçüldü ki artık çok büyük gelen göz çukurları içinde oynayıp durmaya başladılar, sonra da yuvalarını terk edip optik sinirin ucunda yanağa sarktılar, tıpkı kordonlarının ucundan sarkan minyatür birer bilboquet topu gibi. Betrand’ın tüm eti büzüldü büzüldü, iskeleti tutmak için artık çok dar hale geldi. İskelet de çoktandır deriyi delip, omuzlarda, kaburgaların altında kendini göstermeye başlamıştı.
İçerde kalp ise hâlâ -her dakika daha yavaş, daha yavaş, daha yavaş- çarpmaktaydı… Sonra... odada tek başına, Gino’nun amcasından kalma gülünç duvar saati -düzenli mekanik yaşamının makarası tamamen boşalıncaya dek- çalışmaya devam etti.